26 Nisan 2013 Cuma


YARGITAY HUKUK GENEL KURULU ESAS : 2010/14-386 KARAR : 2010/427 TARİH : 29.09.2010
(818 s. BK  m. 11, 12, 20, 22, 43, 44, 63, 81, 96, 98, 106, 117, 125, 213) (743 s. MK  m. 634) (1512 s. Noterlik K  m. 60, 89) (2644 s. Tapu K  m. 26) (4721 s. MK  m. 706, 716) (6831 s. OK  m. 1)
Özet : Somut dava, satış vaadi sözleşmesine dayalı tapu iptali ve ifraz suretiyle tescil, kademeli olarak ise tazminat istemine ilişkindir. Davacı ile davalı arasında davalıya ait tapuya kayıtlı taşınmazın satışının vaadine yönelik sözleşmenin noterde ve usulünce düzenlenmekle başlangıçta geçerli olarak kurulduğu, ancak daha sonra vaade konu taşınmazla ilgili davaların olumsuz sonuçlanması nedeniyle taşınmaz satış vaadi sözleşmesinin ifasının imkansız hale geldiği anlaşılmakla davacı alıcının, sebepsiz zenginleşme kurallarına göre BK'nun 96. maddesi uyarınca uğradığı müspet zararı isteyebileceğinde kuşku bulunmamaktadır. Burada ayrıca belirtilmelidir ki, bir zararın oluşması, ona neden olanın tazminat ödeme yükümlülüğünü doğurur. Başlangıçta geçerli olarak kurulmuş olmasına rağmen daha sonra sözleşmenin ifa edilmesinin imkansız olduğunun anlaşılması durumunda, tazminat miktarı belirlenirken zarar görenin gerçek zararının esas alınması zorunludur. Somut olayda, başlangıçta geçerli olarak kurulmasına rağmen daha sonra ortaya çıkan nedenler dolayısı ile imkansızlaşan bir edim söz konusudur. Bu durumda mahkemece, davacının gerçek ve güncel müspet zararının yukarıda açıklanan ilkelere göre bilirkişi marifetiyle araştırılıp tespit edildikten sonra, buna hükmedilmesi ve Hukuk Genel Kurulu'nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekir.
YARGITAY İLAMI-
Taraflar arasındaki "Satış Vaadi Sözleşmesine Dayalı Tapu İptali ve Tescil" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Antalya 8. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın "kısmen kabulüne" dair verilen 01.12.2008 gün ve 2006/284 E-2008/428 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin 07.07.2009 gün ve 2009/5636-8526 sayılı ilamı ile;
("…Dava, biçimine uygun düzenlenen 09.04.1991 günlü satış vaadi sözleşmesine dayalı tapu iptali ve ifraz suretiyle tescil, kademeli olarak ise tazminat istemine ilişkindir. Islah dilekçesi ile öne sürülen istek ise, çekişmeli taşınmazların 110.000 metrekarelik kesimine isabet eden payın iptali ile tescil, kamulaştırılmış ise bedelinin verilmesi, mümkün olmadığı takdirde ise tazminat istemine ilişkindir.
Davalı, Kadastro Mahkemesi'nin 1998/164 esas sayılı davasının yargılamaları neticesinde satışı vaat olunan 110.000 metrekarelik taşınmazın Hazineye ait olduğunun anlaşıldığı, satış vaadi sözleşmesinin geçerli olmadığı, zamanaşımı süresinin dolduğunu savunarak davanın reddini istemiştir.
Mahkemece, Hazineye ait taşınmazın satışının vaat edildiği, satış vaadi sözleşmesinin geçerli olmadığı, davacının ödediği bedelin dava tarihindeki güncel karşılığını isteyebileceği gerekçesi ile tapu iptali ve tescil isteminin reddine, tazminat isteminin kısmen kabulü ile 7.353.38 YTL'nin dava tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte davalıdan alınarak davacıya verilmesine karar verilmiştir.
Hüküm, davacı tarafından temyiz edilmiştir.
1-Yapılan yargılamaya, toplanan delillere ve dosya içeriğine göre davacının mülkiyet aktarımı istemine ilişkin temyiz itirazları yerinde görülmemiş ve reddi gerekmiştir.
2- Davacının tazminat istemine ilişkin temyiz itirazlarına gelince;
Satış vaadi sözleşmesinin geçerli olması için vaat borçlusunun satış vaadi sözleşmesinin yapıldığı tarihte tapuda kayıtlı taşınmazın maliki olması gerekmez. Satış vaadi sözleşmesi geçerli olmakla birlikte davanın açıldığı tarihte davalı vaat olunan taşınmazın maliki olmadığından aynen ifa mümkün değildir. Kural olarak, borcun ifa edilmemesi borçlunun sorumluluğunu meydana getirir ve borcun ifa edilmemesinde kusurlu kabul edilir. Bu durumda, vaat alacaklısı davacı aynen ifa yerine B.K. 96. ve devamı maddeleri uyarınca tazminat talep edebilir. Buradaki tazminat, alacaklının müspet zararıdır. Müspet zarar ise, alacaklının gereği gibi ve vaktinde olan ifaya taalluk eden menfaatine tekabül eder. Yani borçlu edayı gereği gibi ve vaktinde yerine getirseydi alacaklının mameleki ne vaziyette bulunacak idi ise bu vaziyet ile mamelekin hali hazır vaziyeti arasındaki farktır. Diğer bir ifadeyle müspet zarar aktin hiç veya gereği gibi ifa edilmemesinden doğan zarardır.
Somut olayda, davacı 09.04.1991 tarihli satış vaadi sözleşmesine dayanmaktadır. Vaat borçlusunun sözleşmenin yapıldığı tarihte taşınmazın maliki olmaması sözleşmenin sıhhatine tesir etmez. Ne var ki, vaat borçlusu davanın açıldığı tarihte taşınmazın maliki olmadığından aynen ifa imkânsızlığı nedeniyle davacı yukarıda açıklanan müspet zararını isteyebilir.
Mahkemece, bu saptamalar bir yana bırakılarak satış vaadi sözleşmesinin geçersiz olduğu ve davacının ancak verdiğini geri isteyebileceğinden bahisle satış vaadi sözleşmesinde yazılı bedelin dava tarihindeki güncel değerinin tazminine karar verilmesi doğru olmadığından karar bozulmalıdır.
Yukarıda (1) bentte yazılan nedenlerle davacının sair temyiz itirazlarının reddine, (2) bentte yazılan nedenlerle davacının sair temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA ...")
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

TEMYİZ EDEN : Davacı vekili
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, satış vaadi sözleşmesine dayalı tapu iptali ve ifraz suretiyle tescil, kademeli olarak ise tazminat istemine ilişkindir.
Davacı vekili, davalının 09.04.1991 tarihli noterde düzenlenen taşınmaz satış vaadi sözleşmesiyle tapunun 29.07.1947 tarih 33 ve 04.02.1946 tarih ve 13 sıra numaralarında kayıtlı taşınmazlardan teselsülen ve hisseli olarak varislerinden intikalen gelmiş olan ve Antalya 1. Noterliğince düzenlenmiş 07.05.1969 tarihli miras taksim sözleşmesi uyarınca davalıya düşen 110.000 m² miktarlı taşınmazı müvekkiline sattığını ve parasını peşin aldığını ileri sürerek, davaya konu Mazlum Aksoy adına tescil edilecek olan taşınmazlardan 110.000 m² miktarındaki taşınmazın tapu kaydının iptali ile davacı adına tapuya tesciline, olmadığı takdirde ifa yoksunluğu nedeniyle meydana gelen mağduriyetinin giderilmesi için taşınmazın keşif tarihinde belirlenecek reel değeri üzerinden menfi ve müspet zarar miktarı olan 660.000 TL'nin faizi ile birlikte tazminine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı, Antalya Kadastro Mahkemesi'nin 1998/164 Esas sayılı dosyasında yapılan yargılama neticesinde satışı vaat olunan 110.000 metrekarelik taşınmazın Hazineye ait olduğunun anlaşıldığını, satış vaadi sözleşmesinin geçerli olmadığını ve zamanaşımı süresinin dolduğunu savunarak davanın reddini istemiştir.
Mahkemece, Hazineye ait taşınmazın satışının vaat edildiği, satış vaadi sözleşmesinin geçerli olmadığı ve bu nedenle davacının denkleştirici adalet ilkesine göre ödediği bedelin dava tarihindeki güncel karşılığını isteyebileceği gerekçesi ile tapu iptali ve tescil isteminin reddine, tazminat isteminin kısmen kabulü ile 7.353,38 YTL'nin dava tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte davalıdan alınarak davacıya verilmesine karar verilmiştir.
Davacı vekilinin temyizi üzerine, Özel Dairece yukarıda belirtilen gerekçelerle karar bozulmuştur.
Mahkemece önceki kararda direnilmiş; hükmü temyize davacı vekili getirmiştir.
Yerel mahkeme ile Özel Daire arasındaki uyuşmazlık; satış vaadinde bulunan kişinin aslında ifası mümkün olmayan bir yerin satışını vaat edip etmediği, bu durumun sözleşmenin geçerliliğini etkileyip etkilemeyeceği, burada varılacak sonuca göre, davacının bayiine giderken sadece ödediği satış bedelinin denkleştirici adalet ilkesine göre dava tarihindeki ederi ile yetinmesinin mi gerektiği, yoksa ormandan Hazine adına çıkartılan bir yerin satışı kendisine vaat edildiğinden, BK. m. 96 vd.'na göre müspet zararının tamamını mı alması gerektiği noktasında toplanmaktadır
Dosya kapsamı ve rapor içeriklerinden, davacının davalı Mazlum Aksoy'dan satış vaadi sözleşmesiyle satın aldığı yerin, hükmen iptal edilen eski 404 parsel olduğu, kısmen Yeşilköy yeni 1448 parsel ve kısmen de 1447 parsel numaralarını aldığı; 1448 parsel sayılı taşınmazın bulunduğu yörede ilk orman tahdidinin 1946 yılında 3116 sayılı Yasa hükümlerine göre yapıldığı ve tahdit komisyonunca belirlenen orman sınırlarına göre dava konusu taşınmazın orman sayılan alanda kalması nedeniyle, 1957 yılında tapulama dışı bırakıldığı, anlaşılmaktadır.
1970 yılında yapılan tapulama işleminin hükmen iptalinden sonra, 1975 yılında 1744 sayılı Yasa çerçevesinde görevlendirilen orman kadastro komisyonu tarafından 6831 sayılı Yasanın 1/j maddesi uyarınca, bu sahanın orman sayılmayan makilik olarak Hazine adına orman sınırları dışına çıkartıldığı ve ormandan çıkartma tutanakları gereğince 1990 yılında Hazine adına tespit ve ilan edildiği görülmektedir.

1447 parselin ise zaten, davacının davasına dayanak yaptığı 04.02.1946 tarih 13 sıra nolu ve 29.07.1947 tarih 33 sıra numaralı tapu kayıtları kapsamı içerisinde kalmadığı, 22.10.1984 tarihinde kesinleşen Antalya 3. Asliye Hukuk Mahkemesi'nin 1982/670 Esas, 1984/861 Karar sayılı tescil ve elatmanın önlenmesi kararı ile Antalya Kadastro Mahkemesi'nin 29.6.2004 gün ve 1998/164 E, 2004/20 K sayılı kadastro tespitine itiraz dosyaları kapsamıyla sabittir.
Dolayısı ile, davalıyla davacı arasında yapılan satış vaadi sözleşmesine konu olan yerin satışının vaat edildiği tarihte satıcı adına eski tapu kaydı bulunmakla birlikte, ormandan Hazine adına çıkartılan ve bu sebeple de kadastro mahkemesinde davalı olan bir yer niteliğinde olduğu belirgindir.
Öncelikle; taşınmaz satış vaadi sözleşmelerinin hukuki nitelikleri, unsurları, tabi oldukları şekil şartları ve bu şartlara uyulmamasının sonuçları üzerinde durmakta yarar vardır.
Hemen belirtmek gerekir ki, taşınmaz satış vaadi sözleşmeleri 818 sayılı Borçlar Kanununun Türk Hukukuna getirdiği yeniliklerdendir ve daha çok da koşulları henüz gerçekleşmediği için kurulması olanaksız olan asıl satım sözleşmesinin görevini yerine getirmek üzere kolay ve güvenli bir yol olarak görülüp, tercih edilen bir sözleşme türüdür.
Borçlar Kanunu, kural olarak sözleşmelerde şekil serbestisini benimsemiştir. Nitekim bu husus Kanunun 11. maddesinin 1. fıkrasında açıkça belirtilmiş, ancak yasada tersine kural bulunması halinde şekle bağlılık kabul edilmiştir. Maddenin 2. fıkrasında da, yasaca bir biçim öngörülmüşse ve bu biçimin kapsam ve sonuçları için başkaca kural konulmamışsa, sözleşmenin bu biçime uyulmadıkça geçerli olmayacağı hükme bağlanmıştır.
Yine, "akit yapmak vaadi" başlığı altında aynı Kanunun 22. maddesinde; "Bir akdin ileride inşa edilmesine dair mukavele muteberdir. Kanun iki tarafın menfaatleri için bu akdin sıhhatini bir nevi şekle riayet etmeye tabi kıldığı takdirde, bu şekil o akdin yapılması taahhüdüne de tatbik olunur." denilmektedir.
Taşınmaz mülkiyeti devir borcunu doğuran sözleşmeler konusunda 743 sayılı Türk Kanunu Medenisinin 634. maddesinin 1. fıkrası "mülkiyeti nakleden akitler resmi şekilde yapılmadıkça muteber olmazlar." genel hükmünü getirmektedir. 818 sayılı Borçlar Kanununun 213. maddesinde de, sözleşmenin biçimi başlığı altında; taşınmaz satımının geçerli olması için getirilen resmi senede bağlanması şartı, taşınmaz satış vaadi sözleşmeleri için de öngörülmüştür. Bu bağlamda 2644 sayılı Tapu Kanununun 26. maddesi taşınmaz satışları için tapu sicil muhafız ya da memurlarını yetkili kılmışken, 1512 sayılı Noterlik Kanununun 60/3 ve 89. maddeleri taşınmaz satış vaadi sözleşmelerinin noterlerce düzenleme şeklinde(resen) yapılacağı kuralını getirmiştir.
Burada, kanunun öngördüğü şeklin bir geçerlilik (sıhhat) şartı olarak düzenlendiğini, buna uyulmadan yapılan sözleşmelere "geçersizlik" müeyyidesinin bağlandığını, bunun hukuki mahiyet olarak emredici nitelikte olduğunu, bu nedenle de "geçersizlik" müeyyidesine bağlanan şekil eksikliğinin hakim tarafından, taraflar ileri sürmeseler dahi, yargılamanın her aşamasında resen gözönüne alınması gerektiğini belirtmekte yarar vardır (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 05.12.2001 gün ve 2001/13-1021-1101 sayılı ilamı). Diğer taraftan, Borçlar Kanununun 12. maddesinde; "Kanunen tahriri olması lazım olan bir akdin tadili dahi tahriri olmak lazımdır. Şu kadar ki bu akdi nakız ve tadil etmiyen mütemmim ve fer'i şartlar bu hükümden müstesnadır.", hükmüne yer verilmiştir.
Öyle ise, kaynağını Borçlar Kanununun 22. maddesinden alan taşınmaz satış vaadi sözleşmeleri, Borçlar Kanununun 213. maddesi ile 4721 sayılı Türk Medeni Kanunun 706 ve Noterlik Kanununun 89. maddeleri hükmü uyarınca, noter önünde re'sen düzenlenmesi gereken, bir başka anlatımla geçerliliği resmi şekil şartına bağlı kılınan ve tam iki tarafa borç yükleyen kişisel hak doğuran sözleşmelerdendir.
Bu açıdan somut olay değerlendirildiğinde; davacı, tapunun 29.07.1947 tarih ve 33; 04.02.1946 tarih ve 13 sıra numaralarında kayıtlı taşınmazlardan davalıya teselsülen ve hisseli olarak murislerinden intikalen gelmiş olan taşınmaz payını, 09.04.1991 tarihli noterde düzenlenen taşınmaz satış vaadi sözleşmesiyle satın aldığından, şekil bakımından geçerli bir sözleşme bulunmaktadır.
Vaat alacaklısı, taşınmaz satış vaadi sözleşmesi ile mülkiyet geçirim borcu yüklenen, ancak edimini yerine getirmeyen vaat borçlusu satıcıdan, dava tarihinde yürürlükte bulunan 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun 716. maddesi uyarınca açılacak tapu iptali ve tescil davası yolu ile edimin hükmen yerine getirilmesini isteyebilir.
Taşınmaz mal satış vaadi sözleşmesinden doğan davalar için özel bir zamanaşımı süresi öngörülmediğinden Borçlar Kanunun 125. maddesi gereğince on yıllık zamanaşımı süresi uygulanır ve bu süre sözleşmenin ifa olanağının doğmasından sonra işlemeye başlar. Ancak, satışı vaat edilen taşınmaz, sözleşme ile veya fiilen satış vaadini kabul eden kişiye, yani vaat alacaklısına teslim edilmiş ise, on yıllık zamanaşımı süresi geçtikten sonra açılan davalarda, zamanaşımı savunması Medeni Kanunun 2. maddesi uyarınca iyi niyet kuralları ile bağdaşmayacağından dinlenmez.
Davacının tescil isteğinin kabulü için, sözleşmede kararlaştırılan bedelin ödenmiş olması gerekir. Ancak, eksik kalan bir kısım var ise, Borçlar Kanununun 81. maddesi hükmü uyarınca, bu bedel depo ettirilmelidir.

Önemle belirtelim ki, satış vaadi sözleşmesinden kaynaklanan tapu iptal ve tescil davalarının kabulü için aranacak ilk husus sözleşmenin ifa olanağının bulunup bulunmadığıdır.
Elbirliği ortaklığına (iştirak halinde mülkiyete) konu bir taşınmazda elbirliği ortaklarından birinin, miras payını, ortaklık dışı bir kişiye satmayı vaat etmesi halinde, sözleşme bir taahhüt muamelesi olarak geçerlidir. Ancak, elbirliği ortaklığı çözülünceye kadar sözleşmenin ifa olanağının varlığından söz edilemez. Eğer, elbirliği ortaklığına dahil paydaşlar arasında gayrimenkul satış vaadi sözleşmesi yapılmışsa, iştirak bozulmamak kaydıyla satıcı elbirliği ortağının payının, alıcı elbirliği ortağının payına ilave edilmek suretiyle satış vaadi sözleşmesinin ifa olanağı vardır.
Şayet, satışı vaat edilen taşınmaz tapusunda temliki tasarrufu engelleyen kayıt varsa veya 3194 sayılı İmar Kanununun 18/son maddesi hükmüne aykırı şekilde satış vaadinde bulunulmuşsa veyahut ta vaade konu taşınmaz bir başka mahkemede mülkiyet uyuşmazlığına konu olmuşsa, bu gibi hallerde de sözleşmenin yapıldığı anda ifa olanağının varlığından söz edilemez.
Konunun ifa imkansızlığı yönünden değerlendirilmesine gelince;
818 sayılı Borçlar Kanunu (BK)'nun 20/I. maddesine göre: "Bir akdin mevzuu gayrı mümkün veya gayri muhik yahut ahlaka mugayir olursa o akit batıldır." Aynı şekilde, BK'nun 96. maddesi, "Alacaklı hakkını kısmen veya tamamen istifa edemediği takdirde borçlu kendisine hiçbir kusurun isnat edilemeyeceğini ispat edemedikçe bundan mütevellit zararı tazmine mecburdur." hükmünü taşımaktadır. Keza, BK'nun 117. maddesi "Borçluya isnat olunamayan haller münasebetiyle borcun ifası mümkün olmazsa, borç sakıt olur.", demek suretiyle, imkansızlık kavramını düzenlemiştir.
İmkansızlık, ifa engeli sebeplerinden birini oluşturur. Gerçekten de, imkansızlık, sürekli, kalıcı, temelli bir ifa engelidir. Bu niteliği ile imkansızlık, temerrüdün karşıtıdır. İmkansızlığın pratik önemi borçluya karşı aynen ifanın zorla sağlanamamasında ortaya çıkar (Serozan, Rona, İfa, İfa Engelleri, Haksız Zenginleşme, 3. Cilt, 4. Bası, İstanbul 2006, s. 163.).
Diğer bir ifadeyle imkansızlık, borçlanılan edimin ya baştan itibaren geçerli olarak doğmasını ya da sonradan borçlu veya diğer herhangi bir kimse tarafından objektif, sürekli ve kesin olarak yerine getirilmesini önleyen, fiili veya hukuki engellere verilen isim olarak tarif edilebilir (Eren, Fikret: age., s. 270.; Tekinay/Akman/Burcuoğlu/Altop, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 6. Bası, İstanbul 1988, s. 483.; İnan, Ali Naim, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Ankara 1984, s. 503; Ayan, Mehmet, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 3. Bası, Konya 2002, s. 325; Akıntürk, Turgut, Satım Akdinde Hasarın İntikali, Ankara 1966, s. 33; Velidedeoğlu, Veldet/Özdemir, Refet, Borçlar Kanunu Şerhi, Ankara 1987, s. 52; Oğuzman, Kemal/Öz, Turgut, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, İstanbul 2005, s. 77).
İmkansızlık, bir veya birden çok edimi kapsayabilir. Ayrıca, edimin ifasının imkansızlığı, asli edimler yanında yan edimler için de söz konusu olabilir. İmkansızlık genellikle edim sonucuna ilişkin olmalıdır. Ancak, bazı durumlarda imkansızlık, edim fiiline ilişkin de olabilir.
İmkansızlık bir insan fiilinden veya tabiat olayından doğması yanında, mantıki, hukuki veya fiili sebeplerden de kaynaklanabilir (Eren Fikret, age., s. 295., s. 186.; Bucher, Eugen: Schweizerisches Obligationenrecht, Allgemeiner Teil ohne Delicktrecht, Zürich 1988, s. 417).
BK'nun 20. maddesine göre, bir akdin konusu mümkün değilse, o akit imkansızdır. Burada söz konusu olan imkansızlık, başlangıçtaki, yani sözleşme yapıldığı sırada mevcut olan imkansızlıktır. Bu halde, konusu hukuki veya fiili sebeplerden dolayı imkansız olan sözleşme butlan yaptırımına tabidir ve başlangıçtan itibaren geçersizdir. Burada geçerli olan butlan yaptırımından bahsedebilmek için, imkansızlık sözleşmenin konusu ile ilgili olmalı ve yalnız borçlu bakımından değil, objektif mahiyette ve herkes için söz konusu olmalıdır. Batıl bir sözleşme baştan itibaren hiçbir hüküm ve sonuç doğurmaz. Fakat, sözleşme yapılırken taraflardan biri imkansızlığı biliyor veya bilmesi gerekiyorsa ve buna rağmen diğer tarafı bundan haberdar etmemişse, bu durumda karşı tarafın uğradığı menfi zararı karşılamakla yükümlüdür (Eren Fikret, age., s. 299.; Reisoğlu, Safa, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 18. Bası, İstanbul 2006, s.116; Serozan Rona, age , s. 162.; Tekinay/ Akman/ Burcuoğlu/ Altop, age., s. 1208).
BK'nun 117. maddesine göre, edimin yerine getirilmesi sözleşme yapıldıktan sonra imkansız olursa ve bu imkansızlıkta borçlunun kusuru bulunmazsa, borçlu borcundan kurtulur. Burada sözleşme, başlangıçtaki imkansızlık gibi butlan yaptırımına tabi olmamakla birlikte, borçlu borcundan kurtulmaktadır.
Borçluyu borcundan kurtaran imkansızlığın objektif veya sübjektif olması önemli değildir. Sözleşme yapıldıktan sonra ortaya çıkan imkansızlık, ister objektif ister sübjektif olsun, borçlunun kusuruna dayanmadıkça, borçlu borcundan kurtulur.
Sözleşmenin kurulmasından sonra ortaya çıkan imkansızlık, borçlunun kusuruna dayanıyorsa, borçlu bundan sorumlu olur. Sonraki imkansızlık, ister objektif ister sübjektif mahiyette olsun, borçlunun kusuru söz konusu olursa, borçlu bundan sorumlu olur. Bu takdirde, borca aykırılığı konu alan BK'nun 96. maddesindeki genel hüküm uygulama alanı bulur (Eren Fikret, age., s. 298.; Oğuzman, Kemal/Öz, Turgut, s. 77.; Tekinay/ Akman/ Burcuoğlu/ Altop, s. 1210).

İmkansızlık; objektif-sübjektif imkansızlık, başlangıçtaki-sonraki imkansızlık, tam-kısmi imkansızlık, sürekli-geçici imkansızlık, borçlunun sorumlu olduğu imkansızlık ve borçlunun sorumlu olmadığı imkansızlık seklinde çeşitli türlere ayrılabilir (Borç İlişkisi Doğuran Sözleşmelerde Başlangıçtaki İmkansızlık, Hüküm Ve Sonuçları Zeynep İpek Yücer, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi s. 22 vd.).
Objektif imkansızlık, BK'nun 20, 96. ve 117. maddelerinde hüküm altına alınmıştır. Objektif imkansızlık-sübjektif imkansızlık ayrımı baştaki imkansızlık halinde önem kazanmaktadır. Sonraki imkansızlığın doğurduğu hukuki sonuçlar açısından, objektif imkansızlık ile sübjektif imkansızlık arasında bir fark bulunmamaktadır. BK'nun 20. maddesine göre başlangıçtaki objektif imkansızlık bir butlan sebebidir.
Önemli olan, edimi sadece borçlunun mu, yoksa herkesin mi yerine getirip getiremeyeceğidir. Buna göre, eğer edim, borçlu da dahil üçüncü kişiler tarafından da yerine getirilemiyorsa, imkansızlık objektiftir (Eren Fikret, age., s. 295.; Kılıçoğlu, age., s. 116.; Oğuzman/Öz, age., s. 76.; Dural, Sonraki İmkansızlık, s. 79.; Altunkaya, age., s. 110.; Başpınar, age., s. 119.; Altaş, age., s. 13.; Prof.  Dr. Karaaslan, Hakan: Sürekli Borç İlişkileri ve Sürekli Borç İlişkilerinde İfa İmkansızlığı, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2003, s. 53.; Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 18.4.1984 gün, 139 E., 426 K. sayılı ilamı).
Yukarıda açıklandığı üzere, BK'nun 117. maddesinde yer alan şekilde, borçluya yükletilemeyen sonraki imkansızlık hallerinde borçlunun borcu sona ereceğinden, borçlunun karşı taraftan aldığı şeyleri sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre iade etmesi gerekir. Henüz almadığı şeyleri ise isteme hakkından mahrum olur. Ancak, bu durumda da istisnai olarak BK'nun 117/II. maddesine göre; taraflar aralarında yaptıkları sözleşme ile borçluya yüklenemeyen imkansızlık halinde borçlunun karşı taraftan aldığı şeyleri muhafaza edeceğini kararlaştırabilirler.
Ayrıca BK'nun, " Halin icabından veya hususi şartlardan mütevellit istisnaların maadasından, satılan şeyin nefi ve hasarı akdin inikadı anından itibaren alıcıya intikal eder." şeklinde düzenlenen 183. maddesi ve " Uzun müddet için yapılan hizmet akdinde, işçi, hastalıktan, askerlikten veya bu gibi sebeplerden dolayı kusuru olmaksızın nispeten kısa bir müddet için işi ifa edemediği takdirde o müddet için ücret istemeye hakkı vardır" şeklinde hüküm altına alınan 328. maddesi, BK'nun 117. maddesine istisna getiren özel hükümlerdir. Sözleşmenin kurulmasından sonra ortaya çıkan imkansızlık halinde borçlunun kusuru söz konusu ise daha önce de belirtildiği gibi, BK'nun 96. maddesindeki genel hüküm uygulanır. Bu durumda, borç sona ermez, borçlu, alacaklı zarara uğramışsa, bunu tazmin etmek zorunda kalır.
İmkansızlık, borçlunun kusuruna dayanıp dayanmamasına değil, genel olarak borçlunun bu imkansızlıktan sorumlu tutulup tutulmayacağına göre tasnif edilmelidir. Nitekim, BK'nun 117. maddesinde kullanılan tabirler de bu görüşü desteklemektedir. Yani, kanun kusursuz olmayı değil, sorumlu olmamayı aramaktadır.( Eren Fikret, age., s. 1251.; Altunkaya, age., s. 139; Dural, Sonraki İmkansızlık, s. 110)
Şüphesiz geçici imkansızlığın varlığı, beraberinde tarafların bu sözleşmeyle ne kadar süre bağlı kalacakları sorununu getirir. Bu konudaki kural "ahde vefa, söze sadakat" ilkesi gereği tarafların sözleşmeyle bağlı tutulmasıdır. Ancak bazı özel durumlar vardır ki, tarafları o sözleşmeyle bağlı saymak hem onların ekonomik özgürlüklerini engeller, hem de bir başkası ile sözleşme yapma fırsatını ortadan kaldırır. Uygulamada, geçici imkansızlık halinde tarafların o sözleşmeyle bağlı tutulma süresine "akde tahammül süresi" denilmektedir. Bu sürenin gerçekleşip gerçekleşmediğini de her somut olaya göre ve onun çerçevesinde değerlendirmek gerekir (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 28.04.2010 gün ve 2010/15-193- 235 sayılı ilamı).
Bilindiği gibi, genelde temlik borcu doğuran sözleşmelerden olan satım sözleşmelerinde satış konusu olan malın, sözleşmenin yapıldığı anda mevcut olmasına ya da satıcının malvarlığında bulunmasına gerek yoktur. Bu itibarla ilerde yapılacak veya üretilecek yahut hasıl olacak şeyler de satışa konu teşkil edebilirler. Bir başka anlatımla, satıcı başkasına ait şeyleri de satabilir. Eğer satıcı başkasına ait şeyi satmış ve ifa zamanına kadar da o şey üzerinde tasarruf yetkisini elde edememişse ve bu yüzden borcunu yerine getiremiyorsa, ademi ifa nedeniyle tazminat ödemekle yükümlü tutulabilir (BK. 96).
Geçersiz sözleşmelerde ise, taraflardan her biri diğer tarafın ifa ettiği edimi (zenginleşmeyi) iade etmekle yükümlüdür. Bu aşamada, iade yükümlülüğünün zenginleşenin mal varlığının azalmasına yol açmaması önemli bir unsurdur. Dolayısıyla, zenginleşen; iadeden sonra, zenginleşme vuku bulmasaydı, içinde bulunacağı ekonomik durumdan daha kötü veya zararlandırılmış, fakir bir duruma düşmemesine dikkat ve özen gösterilmelidir.
Bu tür işlemlerde amaç; davalının edindiği çoğalma sonucu, tüm malvarlığında meydana gelen artışın iadesinden ibarettir.
O nedenle, zenginleşmenin kapsamını tayinde, müktesibin malvarlığında oluşan çoğalma ile azalmanın karşılaştırılması yapılmalı, böylece, kazanç ve farkın oluşturacağı sonuç, zenginleşmeyi ortaya koymalıdır (Ulusan İlhan, İyiniyetli Sebepsiz Zenginleşenin İade Borcunun Sınırlanması Sorunu; BK. m. 63/1 İstanbul 1984 s.34,35).
Borçlar Kanununun 63/1. maddesine göre; zenginleşenin elinde kalanı iade ile yükümlü olacaktır. Belirtilen ilkeler altında zenginleşme saptanırken; malvarlığının, sebepsiz yere artmasına neden olan tüm ihtimal ve olgular (en önemlisi enflasyon) ile nedensellik bağı kurulabilen ve zenginleşenin malvarlığında değişmelere yansıyan bütün olaylar iadenin miktarını tayinde gözden kaçırılmamalıdır. Şu da var ki, bu işlemlerde, hakimin geniş takdir hak ve yetkisinin varlığı tartışılamaz. Borçlar Yasasının 98. maddesi yollamasıyla uygulanması gereken BK.'nun 43 ve 44. maddelerindeki, haksız fiil tazminatında hakime büyük takdir yetkisi tanıyan kurallar, geri verme borcunun kapsamının belirlenmesinde, kıyas yoluyla uygulanmalıdır. Görülüyor ki; geri verme borcunun kapsamı, borçlunun (zenginleşenin) durumunu ağırlaştırıyorsa hakim bunu hakkaniyete uygun bir ölçüye indirebilecektir.
Tüm açıklamaların ışığında özetle belirtilecek olursa, kural olarak başkasının zilyetliğindeki tapuda kayıtlı olmayan taşınmazların satışı ve başkasına ait tapuda kayıtlı taşınmazların noter tarafından düzenlenen satış vaadi sözleşmesi ile satışı, kişisel borç doğuran bir sözleşme olması nedeniyle geçerlidir. Bir başka deyimle, borç doğuran bir sözleşmenin geçerliliği, hiç bir zaman satıcının satış tarihinde veya daha sonra o şeye malik olması şartına bağlı değildir. Vaatte bulunanın, satış vaadinin konusunu oluşturan taşınmaz üzerinde tasarruf yetkisinin varlığını aramak da gerekmez(Karahasan, Mustafa Reşit, Türk Borçlar Hukuku, Özel Borç İlişkileri, C.4, s.308). Maliki olmadığı bir taşınmazı satmış bulunan kişi aleyhine açılacak (ifa ve mülkiyetin alıcıya geçirilmesi) davasının redde müncer olması, böyle bir satışın BK.'nun 20. maddesinde öngörülen afaki imkansızlık (objektif imkansızlık) nedeniyle geçersiz sayılmasını gerektirmez. Çünkü, böyle bir sözleşme, (borç doğuran) bir sözleşme olarak geçerlidir ve sonuçta sübjektif imkansızlık nedeniyle tasarrufi işlemin, yani ifanın yerine getirilememesi sonunda meydana gelen zararın tazmini, BK.'nun 96. maddesi gereğince satıcıdan istenebileceği gibi, eğer bir ceza şartı kararlaştırılmış ise bunun da ödetilmesi yine BK.'nun 158. maddesi uyarınca alıcı tarafından istenebilir (Yargıtay HGK.'nun, 22.12.1982 T., 13-1905 E., 966 K. sayılı ilamı).
Bu yönden somut olay değerlendirildiğinde, satış vaadi sözleşmesine konu taşınmazların sözleşme tarihinde davalı adına tapuda kayıtlı olmasına rağmen, Hazine ile davalı olduğu ve sözleşme tarihinde ifasının mümkün olmadığı, ancak bu imkansızlığın sözleşmenin hiçbir zaman ifa edilememesine neden olacak şekilde objektif bir imkansızlık olmadığı, nihayet dava sonunda ifasının mümkün olma ihtimalinin bulunduğu anlaşıldığından, yapılan satış vaadi sözleşmesinin bu yönden de geçerli olduğu sonucuna varılmaktadır.
Bu aşamada, müspet ve menfi zarar kavramları ile kar kaybı tazminatına ilişkin şu genel açıklamaların yapılmasında yarar bulunmaktadır.
Alacaklının, borçludan istemeye yetkili olduğu, borçlunun da yerine getirmekle yükümlü bulunduğu bir tek edimi, yani bir tek alacak veya borcu ihtiva eden hukuki ilişkiye borç veya dar anlamda borç ilişkisi denir. Borç, bir sözleşme ilişkisinden yüklenilen edimlerle sınırlı değildir; bu edimlerin yerine getirilmemesinden veya sözleşme dışı haksız eylemden doğan tazminat alacağı da borç kavramı içindedir. Borçlar Yasasının 96. maddesine göre alacaklının, borçludan borcun hiç veya gereği gibi ifa edilmemesi nedeniyle tazminat isteyebilmesi için, bu yüzden bir zarara uğramış olması gerekir. Sözleşmeden kaynaklanan zarar müspet (olumlu) zarar olacağı gibi, menfi zarar da olabilir.
Müspet zarar; borçlu edayı gereği gibi ve vaktinde yerine getirseydi alacaklının mameleki ne durumda olacak idiyse, bu durumla eylemli durum arasındaki farktır. Diğer bir anlatımla, müspet zarar, sözleşmenin hiç veya gereği gibi yerine getirilmemesinden doğan zarardır. Kuşkusuz kar mahrumiyetini de içine alır.
Borcun yerine getirilmesinin kusurla olanaksız hale gelmesinde, temerrüde düşen borçludan, gecikmiş ifa ile birlikte gecikme dolayısıyla tazminat istenmesinde, yahut borçlunun temerrüdü halinde ifadan vazgeçilip, ifa yerine tazminat istenmesinde ve sözleşmenin olumlu biçimde ihlalinde, müspet zararın giderimi söz konusu olur (Tandoğan, Haluk, Türk Mesuliyet Hukuku 1961 s. 426 vd.).
Borçlar Kanununun 106. maddesine göre, sözleşmelerde borçlunun temerrüdü sonucu borç yerine getirilmemişse alacaklıya üç yetki tanınmıştır. Alacaklı; her zaman için ifa ve gecikme tazminatı isteğinde bulunabilir; derhal ifadan vazgeçip müspet zararının tazminini isteyebilir veya ifadan vazgeçip akdi fesheder ve menfi zararını isteyebilir.
Müspet zarar, alacaklının ifadan vazgeçerek zararının tazminini istemesi halinde söz konusu olur; sözleşme ortadan kalkmamaktadır, yalnız alacaklının ifaya ilişkin talep hakkının yerini müspet zararının tazminine dair talep hakkı alır. Burada sözleşmenin feshedilmesinden değil, borcun ifa edilmemesinden doğan zararın söz konusu olduğu gözardı edilmemelidir.
Menfi zarar ise, uyulacağı ve yerine getirileceğine inanılan bir sözleşmenin hüküm ifade etmemesi ve yerine getirilmemesi yüzünden güvenin boşa çıkması dolayısıyla uğranılan zarardır. Başka bir anlatımla, sözleşme yapılmasaydı uğranılmayacak olan zarardır.
Menfi zarar, borçlunun sözleşmeye aykırı hareket etmesi yüzünden sözleşmenin hüküm ifade etmemesi dolayısıyla ortaya çıkar (Tandoğan, Haluk; age., s. 427). Bu husus, Borçlar Kanununun 108. maddesindeki düzenlemeden kaynaklanmıştır. Burada, alacaklının sözleşmenin hükümsüzlüğünden kaynaklanan zararının tazmini söz konusudur. Çünkü, sözleşme fesih edilerek hükümsüz olduktan sonra tekrar sözleşmeye dayanarak borcun ifa edilmemesinden doğan zarardan söz edilemez; istenilecek zarar menfi zarardır.
Diğer bir söyleyişle, genel olarak menfi zarar, sözleşmenin kurulmamasından veya geçerli olmamasından; müspet zarar ise, ifa edilmemesinden doğan zararı ifade eder (Eren Fikret, age., s.482). Kar kaybı ise kardan mahrum kalma karşılığı meydana gelen zarardır. Genelde sözleşmeyi kusuruyla fesheden taraftan istenir. Aslında kar kaybı açısından kardan yoksun kalan tarafın malvarlığında kusurlu fesihten önce ve sonra bir değişiklik yoktur. Burada kardan yoksun kalan, kusurlu fesih yüzünden mal varlığında ileride meydana gelecek çoğalmadan mahrum kalır. Kar kaybı zararının müspet zarar kapsamında bulunduğu şüphesizdir (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 12.05.2010 gün ve 2010/14-244-260 sayılı ilamı).
Bu genel açıklamalar karşısında somut olay değerlendirildiğinde; davacı ile davalı arasında davalıya ait tapuya kayıtlı taşınmazın satışının vaadine yönelik sözleşmenin noterde ve usulünce düzenlenmekle başlangıçta geçerli olarak kurulduğu, ancak daha sonra vaade konu taşınmazla ilgili davaların olumsuz sonuçlanması nedeniyle taşınmaz satış vaadi sözleşmesinin ifasının imkansız hale geldiği anlaşılmakla davacı alıcının, sebepsiz zenginleşme kurallarına göre BK'nun 96. maddesi uyarınca uğradığı müspet zararı isteyebileceğinde kuşku bulunmamaktadır.
Burada ayrıca belirtilmelidir ki, bir zararın oluşması, ona neden olanın tazminat ödeme yükümlülüğünü doğurur. Başlangıçta geçerli olarak kurulmuş olmasına rağmen daha sonra sözleşmenin ifa edilmesinin imkansız olduğunun anlaşılması durumunda, tazminat miktarı belirlenirken zarar görenin gerçek zararının esas alınması zorunludur.
Burada ilke şu olmalıdır; zarar doğurucu eylem, zarar görenin malvarlığında ne miktarda bir azalmaya neden olmuş ise, zarar verenin tazminat borcu da, o miktarda olmalıdır. Öyle ise, oluşan gerçek zarar ne kadarsa, tazminat da o kadar olacaktır. Bir başka değişle, ödenecek tazminat o miktarda olmalıdır ki, eğer zarar verici eylem gerçekleşmemiş olsaydı, zarar görenin malvarlığı ne durumda olacak idiyse, ödenecek tazminatla, aynı durum tesis edilebilsin (Hukuk Genel Kurulunun 05.03.2003 gün ve 2003/19-152 Esas, 2003/125 Karar sayılı ilamı).
Burada, iadenin gerçekleştiği andaki değil, iadenin talep edildiği andaki zenginleşme miktarı bu borcun kapsamını belirlemelidir (Ulusan, a.g.e s.33; Eren Fikret, age., C.3, s.63, Feyzioğlu Feyzi, age., C.1, s. 784-786; Tekinay-Akman, Burcuoğlu-Altop age., s. 999; Egemen, Çelikoğlu, Kaynak age., s. 294-295; Serozan, age., s. 27).
Hal böyle olunca, davacının 09.04.1991 yılında ödediği 10.500.000 (Eski) TL (Yeni 10,5 TL) için mahkemece başlangıçtan itibaren geçersiz satışlarda uygulanması gereken denkleştirici adalet ilkesine göre endeks, döviz ve altın artış oranları esas alınarak hükmedilen 7.353,38 (Yeni) TL'nin davacının gerçek zararını karşılamadığı ortadadır.
Somut olayda, başlangıçta geçerli olarak kurulmasına rağmen daha sonra ortaya çıkan nedenler dolayısı ile imkansızlaşan bir edim söz konusudur. Bu durumda mahkemece, davacının gerçek ve güncel müspet zararının yukarıda açıklanan ilkelere göre bilirkişi marifetiyle araştırılıp tespit edildikten sonra, buna hükmedilmesi ve Hukuk Genel Kurulu'nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Dairenin bozma kararında ve yukarıda açıklanan nedenlerden dolayı HUMK.nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 29.09.2010 gününde oyçokluğuyla karar verildi.

Yargıtay
11. Hukuk Dairesi

Esas : 2010/2034
Karar : 2012/1163
Tarih : 02.02.2012

*TAŞIMA SİGORTASI
*İKAME DEĞER ÜZERİNDEN MUNZAM ZARAR

(6762 s. TTK m. 1263, 1299, 1313)

Özet : Sigorta ilişkisinin asıl amacı, kaşarlanan ve zayii olan sigortalı emtiadan doğan zararların giderilmesine yönelik olduğundan, sigortalının hasara uğrayan emtiayı yerine koyacağı düşünülerek, riziko tarihindeki sigortalı emtianın yerine konulacak aynı miktar ve nitelikteki emtianın ödeme tarihindeki değerinin dikkate alınması gerekir. Sigortalı emtianın, hasar veya temerrüt tarihindeki değeri ile bedelinin ödendiği tarihteki değeri arasındaki fark, sigorta ettirenin munzam zararını oluşturur.

Taraflar arasında görülen davada (Kayseri Birinci Asliye Ticaret Mahkemesi)'nce verilen 02.12.2009 tarih ve 2007/140-2009/653 sayılı kararın duruşmalı olarak incelenmesi davalı vekili tarafından istenmiş olmakla, tetkik hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlenildikten ve yine dosya içerisindeki dilekçe, layihalar, duruşma tutanakları ve tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü:

Davacı vekili, müvekkili şirketin fabrikasına yurt dışından ithal edilen ve İstanbul'dan Kayseri'ye taşınmak üzere gönderilen bakırlardan 117 bağ katot 30 ton 550 kg bakırın 34 ... 70 plakalı araç şoförü tarafından çalındığını, taşımanın davalı B... Sigorta A.Ş. tarafından sigorta edildiğini, zararın davalı tarafından ödenmemesi üzerine Kayseri Ticaret Mahkemesi'ne açılan davanın kabulüne karar verildiğini, davalı sigorta şirketinin 66.853,17.-TL. asıl alacak 11.637,25.-TL. faizi 14.03.2007 tarihinde müvekkiline ödediğini, ancak bu tutarın temerrüt tarihi olan 24.03.2002 ile ödemenin fiilen gerçekleştiği 14.03.2007 tarihi arasındaki bakır fiyatlarında oluşan fark nedeniyle zararlarını karşılamaya yetmediğini, fiyat farkından kaynaklanan 5.028 USD ton başına munzam zararlarının oluştuğunu ve oluşan zararın 153.605,4 USD olduğunu ileri sürerek, fazlaya ilişkin talep ve dava hakları saklı kalmak kaydı ile 20.000.-TL.nin faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiş, davacı vekili 16.01.2008 tarihli ıslah dilekçesi ile toplam 189.439,15.-TL. munzam zarar alacaklarının faizi ile davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiştir.

Davalı vekili, öncelikle asıl davadan bu yana bir yıldan fazla zaman geçtiğini, olayda zamanaşımının söz konusu olduğunu, açılan davada talep edilen bedel ve poliçenin Türk Lirası olmasına rağmen, döviz üzerinden talepte bulunarak fiili ödeme tarihindeki kur üzerinden TL. karşılığını talep ettiğini, seçimlik hakkını bu yönde kullandığını, daha sonra geriye dönerek zarar ettiğini ileri sürmesi ve hak talep etmesinin usul ve yasaya aykırı olduğunu, zararını karşılayamamış olmasının davacının kendi seçimlik hakkını kullanmasından kaynaklandığını, poliçedeki teminat tutarının ödendiğini savunarak, davanın reddini talep etmiştir.

Mahkemece, iddia, savunma, bilirkişi raporu ve tüm dosya kapsamına göre, dava konusu olayda, davacı, sigorta bedelinin davalı tarafından zamanında ödenmemesi nedeniyle, dava açmak, davanın sonuçlanması, Yargıtay'dan temyiz aşamasından geçmesi ve kesinleşmesi gibi yargılama süreci içerisinde beklemek zorunda kaldığı, bu zaman zarfında, sigorta tazminatına esas olan ve tazminat sorumluluğunu doğuran hırsızlık olayının konusu bakır emtiasının fiyatı dünya piyasasında ve ülkemizde birkaç misli arttığı ve davacının elde ettiği temerrüt faizini aşan bir zarar ortaya çıktığı, sigorta ilişkisinin asıl amacının, hasarlanan ve zayii olan sigortalı emtiadan doğan zararların giderilmesi amacına yönelik olduğundan, sigortalının hasara uğrayan emtiayı yerine koyacağı düşünülerek, riziko tarihindeki sigortalı emtianın yerine konulacak aynı miktar ve nitelikteki emtianın ödeme tarihindeki değerinin dikkate alınması gereğine işaret edilerek, aradaki farkın yani, sigortalı emtianın, hasar veya temerrüt tarihindeki değeri ile bedelinin ödendiği tarihteki değeri arasındaki farkın, sigortalı bir başka deyişle sigorta ettirenin munzam zararını oluşturacağı, mahkemece birbirini doğrulayan birinci ve üçüncü rapordaki görüşlere itibar edildiği, davalı sigorta şirketi temerrüde düşmeden hasar gerçekleştiğinde, hasar bedelini tespit suretiyle davacının sigorta tazminatını ödemiş olsa idi, temel iştigal konusu bakır ticareti olan davacı şirket sigorta şirketinden aldığı parayı yine bakır almak suretiyle değerlendirmesinin hayatın olağan akışına uygun düşeceği, davacının talebini TL. veya yabancı para cinsinden talep veya tahsil etmesinin sonuca etkili bulunmadığı, çünkü burada zararın dayanağı kurlardaki artış veya düşüş olmayıp, doğrudan davacının yerine ikame edeceği sigorta konusu emtianın değerindeki düşüş ve artışlardan kaynaklandığı, bakır fiyatlarındaki artışın davacının iradesi dışında meydana gelen bir artış olup, temerrüt faizinin bu artışın altında kaldığı, dolayısıyla davacının zararının temerrüt faizi ile karşılanamadığının açık olduğu gerekçesiyle davanın kısmen kabulü ile 20.000.-TL. alacağın ilk dava tarihi olan 30.03.2007 tarihinden başlamak üzere, 144.095,80.-TL. alacağın ise 24.01.2008 ıslah tarihi itibarı ile işleyecek değişen oranlardaki reeskont faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiştir.

Kararı davalı vekili temyiz etmiştir.

Dava dosyası içerisindeki bilgi ve belgelere, mahkeme kararının gerekçesinde dayanılan delillerin tartışılıp değerlendirilmesinde usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmamasına ve mahkemece Dairemizin sigorta uyuşmazlıklarında yerleşmiş içtihatlarına uygun olarak ikame değer üzerinden munzam zarara hükmedilmiş olmasına göre, davalı vekilinin tüm temyiz itirazlarının reddine karar vermek gerekmiştir.

SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenlerle davalı vekilinin bütün temyiz itirazlarının reddiyle usul ve kanuna uygun bulunan hükmün (ONANMASINA), 02.02.2012 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.






Yargıtay 3. Hukuk Dairesi Esas : 2012/12708 Karar : 2012/16484 Tarih : 02.07.2012
*SEBEPSİZ ZENGİNLEŞME NEDENİYLE ALACAK DAVASI *BORÇLUNUN TEMERRÜDÜNÜN KOŞULLARI *SEBEPSİZ ZENGİNLEŞMEDEN SORUMLULUK KOŞULLARI
(818 s. BK  m. 61, 101) (6098 s. Borçlar K  m. 77, 117)
Özet : Sebepsiz zenginleşme nedeniyle temerrüt faizi yürümesi için, borçlunun yani haksız mal edinenin ya bir ihtar ile ya da aleyhine bir dava açılmak suretiyle temerrüde düşürülmesi gerekir. Borçlunun temerrüdü, borçluya gönderilen ihtarnamenin tebliğinden veya ihtarnamede ödeme için süre verilmişse bu sürenin bitiminden itibaren oluşur. O halde, somut olayda, davalı için keşide olunan bir ihtarname bulunup bulunmadığı araştırılmalı, Borçlar Kanununun 101. maddesi anlamında davalının temerrüdü yoksa dava tarihinden itibaren davalının temerrüde düştüğü kabul edilmek suretiyle faiz yönünden karar verilmesi gerekirken, yazılı gerekçe ile ödeme tarihinden itibaren faize hükmedilmesi, doğru görülmemiş ve bozmayı gerektirmiştir.
YARGITAY İLAMI
Dava dilekçesinde 41.177,00 TL alacağın faiz ve masraflarla birlikte davalı taraftan tahsili istenilmiştir. Mahkemece davanın kabulüne dair verilen hükmün temyiz incelemesinin duruşmalı olarak yapılması davalı vekili tarafından istenilmekle; taraflara yapılan tebligat üzerine duruşma için tayin olunan günde temyiz eden Davalı Vekili geldi. Aleyhine temyiz olunan Davacı Vekili geldi. Gelen vekillerin sözlü açıklamaları dinlendikten sonra işin incelenerek karara bağlanması için 02.07.2012 gününe bırakılması uygun görüldüğünden, belli günde dosyadaki bütün kağıtlar okunarak, tetkik hakiminin açıklamaları dinlenip, gereği düşünüldü:
Davada, İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü E... İ... Semt Polikliniğinde Başhekim Yardımcısı olarak görevli olan davalının Valilik ve Bakan onayı olmadan "Başhekim Yardımcılığı" kadro unvan katsayısı üzerinden 01.01.2004-27.10.2006 arası fazla döner sermaye ek ödemesi aldığının Sağlık Bakanlığı müfettişleri tarafından belirtildiği ileri sürülerek 41 177,04 TL hazine zararının ödeme tarihinden itibaren işlemiş faizi ile birlikte tahsili istenilmiştir.
Davalı davanın zamanaşımı ve esastan reddini savunmuş, mahkemece, davanın kabulü ile 41 177,04 TL asıl alacağın 15 357,57 TL işlemiş faizi ile asıl alacağa dava tarihinden itibaren yasal oranda faiz yürütülmesine karar verilmiş, hüküm, süresinde davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava, Borçlar Kanunu 61 ve devamı maddelerine dayanan sebepsiz zenginleşme nedeniyle alacak isteminden ibarettir.
Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuni gerektirici sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik görülmemesine göre, sair temyiz itirazları yerinde değildir.
Ancak, sebepsiz zenginleşme nedeniyle temerrüt faizi yürümesi için, borçlunun yani haksız mal edinenin ya bir ihtar ile ya da aleyhine bir dava açılmak suretiyle temerrüde düşürülmesi gerekir. Borçlunun temerrüdü, borçluya gönderilen ihtarnamenin tebliğinden veya ihtarnamede ödeme için süre verilmişse bu sürenin bitiminden itibaren oluşur.
O halde, somut olayda, davalı için keşide olunan bir ihtarname bulunup bulunmadığı araştırılmalı, Borçlar Kanununun 101. maddesi anlamında davalının temerrüdü yoksa dava tarihinden itibaren davalının temerrüde düştüğü kabul edilmek suretiyle faiz yönünden karar verilmesi gerekirken, yazılı gerekçe ile ödeme tarihinden itibaren faize hükmedilmesi, doğru görülmemiş ve bozmayı gerektirmiştir.

SONUÇ: Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar göz önünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA ve peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 02.07.2012 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.


Yargıtay Hukuk Genel Kurulu
Esas : 2012/7-502 Karar : 2012/707 Tarih : 10.10.2012
Taraflar arasındaki "itirazın iptali" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Mersin 3. Asliye Hukuk Mahkemesi'nce davanın kısmen kabulüne dair verilen 28.12.2009 gün ve 2008/648 E., 2009/674 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 7. Hukuk Dairesi'nin 13.09.2011 gün ve 2010/6075 E., 2011/4990 K.sayılı ilamı ile;
(...1-Dava, haksız fiilden kaynaklanan tazminat alacağının tahsili için başlatılan icra takibine karşı öne sürülen itirazın iptali istemine ilişkindir.
İddia ve savunmaya, duruşma tutanaklarına yansıyan bilgi ve belgelere, bu yolla saptanan dava niteliği ile dosya kapsamında toplanıp değerlendirilen delillere, delillerin takdir, tahlil ve tartışımına ilişkin hükümde gösterilen gerekçelere göre, davacının aşağıdaki bent kapsamı dışında kalan sair temyiz itirazları yerinde değildir.
2-Davacının hükmedilen tazminat miktarına ve kurulan hükme yönelik temyiz itirazlarına gelince, mahkemece davanın kısmen kabulüne karar verilmiş ise de, oluşturulan hüküm davanın niteliğine, yasal düzenlemelere uygun düşmemiştir.
Haksız fiilden kaynaklanan alacaklarda, talep halinde haksız fiilin meydana geldiği tarihten itibaren faize hükmedilmesi gerekir.
Somut olaya gelince: davacı, davalının kaçak elektrik borcunun tahsili amacıyla takip başlatmış, asıl alacak, gecikme zammı ve KDV olmak üzere toplam alacağın tahsilini talep etmiştir. Davaya konu alacağın abone sözleşmesinden değil, kaçak elektrik kullanımından kaynaklandığı gözetildiğinde gecikme zammı isteme hakkı bulunmayan davacının kaçak elektrik bedelini zamanında ödenmemesi nedeniyle dava dilekçesinde gecikme zammı olarak davalıdan istediği bedelin Borçlar Kanununun 101. maddesi hükmünde belirtilen gecikme (temerrüt) faizi olduğu kabul edilerek gecikme nedeniyle istenebilecek bedelin buna göre belirlenmesi gerekir.
Mahkemece bilgisine başvurulan ve hükme esas alınan uzman bilirkişi raporunda, sadece asıl alacak hesabı yapılmış, işlemiş faiz ise hesaplanmamıştır.
Hal böyle olunca, mahkemece yukarıda açıklanan maddi ve hukuki olgular dikkate alınarak, dosya yeniden bilirkişiye verilerek davacının takip tarihi itibariyle tahsilini istemekte haklı olduğu işlemiş faiz miktarının hesaplatılması için ek rapor alınması, daha sonra toplanan ve toplanacak deliller birlikte değerlendirilerek asıl alacak ve işlemiş faiz toplam miktarı üzerinden itirazın iptaline, takibin devamına imkân verecek şekilde hüküm oluşturulması gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, davacının temyiz itirazının bu yönden kabulüne karar vermek gerekmiştir...)
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
TEMYİZ EDEN: Davacı vekili
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulu'nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, alacağın tahsili amacıyla başlatılan takibe vaki itirazın iptali istemine ilişkindir.
Davacı vekili, müvekkilince davalı hakkında elektrik tüketim bedeli ve kaçak elektrik kullanım bedelinin tahsili amacıyla takip başlatıldığını, davalının takibe itiraz ettiğini, davalının itirazında haksız olduğunu belirterek, itirazın iptaline, takibin devamına, % 40 icra inkar tazminatının davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı vekili, davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, kaçak elektrik bedeli ve normal tüketim bedeli yönünden davanın kabulüne, gecikme zammı, KDV ve icra inkar tazminatı istemi yönünden davanın reddine karar verilmiştir.
Davacı vekilinin temyizi üzerine karar, Özel Daire'ce yukarıda başlık bölümünde gösterilen nedenlerle bozulmuştur.
Yerel Mahkeme, davacının gecikme zammı isteminin, gecikme (temerrüt) faizi olarak nitelendirilmesinin mümkün olmadığını, hakimin talepten fazlaya hükmedemeyeceğini gerekçe göstererek önceki kararda direnmiş; verilen kararı, davacı vekili temyiz etmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu'nun önüne gelen uyuşmazlık; davacının takip talebindeki gecikme zammı isteminin temerrüt faizi olarak nitelendirilip nitelendirilemeyeceği; burada varılacak sonuca göre, asıl alacağa temerrüt faizi eklenerek toplam alacak miktarının belirlenmesi gerekip gerekmediği, noktalarında toplanmaktadır.
Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle gecikme zammının hukuksal niteliği üzerinde durularak, gecikme zammının, temerrüt (gecikme) faiziyle ilişkisinin öğretideki görüşler de ele alınarak irdelenmesinin de yapılmasında yarar vardır.
Temerrüt (gecikme) faizi, borçlunun para borcunu zamanında ödememesi ve temerrüde düşmesi üzerine kanun gereği kendiliğinden işlemeye başlayan ve temerrüdün devamı süresince varlığını sürdüren, alacaklının zararın varlığını ve miktarını ve borçlunun kusurunu ispat zorunda kalmaksızın borçlunun ödediği ve miktarı yasalarla belirlenmiş asgari, maktu bir tazminattır (Bkz. Dr. Becker, İsviçre Medeni Kanunu Şerhi, Borçlar Kanunu, Fasikül IV, s.5, Dr. S. Özkök Çevirisi; A.Von Tuhr, Cilt 1-2, s.617, C.Edege Çevirisi; Dr. Nami Barlas, Para Borçlarının ifasında Borçlunun Temerrüdü ve Temerrüt Açısından Düzenlenen Genel Sonuçlar, İstanbul 1992, s.127 vd; Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun 11.6.1997 gün ve 1997/11-278 - 529 sayılı ilamı).
Belirtmek gerekir ki, gecikmeden doğan zararlar nedeniyle gecikme tazminatı istenebilir. Borçlanılan edimin gecikerek de olsa aynen ifası, bazı hallerde alacaklının gecikme yüzünden uğradığı zararı karşılamaya yetmez. Bu nedenle alacaklı, borçludan aynen ifa yanında gecikme dolayısıyla uğramış olduğu zararın tazminini de isteyebilir. Gecikmiş ifa ile birlikte gecikme tazminatının istenmesine engel yoktur. Burada alacaklının gecikme dolayısıyla uğradığı zarara, gecikme zararı, bu zararın giderilmesi için ödenecek tazminata ise gecikme tazminatı denir (Tekinay/Akman/Burcuoğlu/ Altop, Tekinay Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 7.Baskı, 1993 s.911-926; Prof. Dr. Fikret Eren, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 5.Bası s.1088-1092).
Borçlunun temerrüdü; borçlunun ifa etmekten kaçınamayacağı muaccel edimi, zamanında yerine getirmeyerek ifada gecikmesi ve borcun ifasının hala mümkün bulunması durumunda belirli şartlara bağlı olarak gerçekleşen bir sorumluluk nedenidir.

Para borçlarında temerrüdün oluşması için kural olarak, borcun muaccel hale gelmesi ve alacaklı tarafından borçluya ihtarda bulunulması gerekir. Muacceliyet en yalın anlatımıyla, ödeme zamanının gelmiş olmasıdır. Borcun ifası için bir vade öngörülmüşse kural olarak bu vadenin gelmesiyle muacceliyet oluşur. Muacceliyet tek başına temerrüdü sağlamaya yeterli değildir; ayrıca alacaklı tarafından borçluya bir ihtarda bulunulması da gerekir (818 sayılı BK. m. 101/f.1). İhtar, alacaklının ödeme talebinden ibaret iradesini borçluya iletmesidir. İstisnaen sözleşme veya kanunla getirilen düzenleme ile zamanında ödemede bulunulmaması halinde ihtara gerek kalmaksızın temerrüt oluşabilir.
Para borçları açısından borçlu temerrüdüne bağlanan sonuçlardan birisi, temerrüt faizi ödeme yükümlülüğüdür. Temerrüt faizi borçlunun para borcunu zamanında ödememesi ve temerrüde düşmesi üzerine kanun gereği kendiliğinden işlemeye başlayan ve temerrüdün devamı müddetince varlığını sürdüren bir karşılık olması itibariyle, zamanında ifa etmeme olgusuyla doğrudan bir bağlantı içindedir. Temerrüt faizi belirtilen temel amaca hizmet etmenin yanı sıra, pratik başka amaçlara da yöneliktir. Alacaklının bir zarara uğrayıp uğramadığı veya zararın temerrüt faizi oranından daha düşük olup olmadığı tartışmalarına meydan verilmeksizin, borçlunun faiz ödemeye peşinen zorlanması yargı organlarını büyük bir yükten kurtarmakta ayrıca, borçluyu zamanında ödemede bulunmaya sevk etmektedir.
Temerrüt faizi, muhtemel zararların giderilmesi amacıyla doğrudan doğruya yasa koyucu tarafından öngörülmüş bir karşılık olup, talep edilebilmesi için gerçekten bir zarar görülmüş olması gerekli değildir. Bu konuda borçluya bir ispat hakkı da tanınmış olmadığı gibi, borçlunun temerrüde düşmekte kusurlu olması da şart değildir. Tanımlanan bu özellikleri ile öğretide de hâkim olan görüş temerrüt faizinin, alacaklının aksi iddia olunmayan farazi zararının asgari oranda giderilmesine yönelik maktu ve götürü bir tazminat niteliği taşıdığı yönündedir. Temerrüt faizinin fonksiyonu ve bu faizi öngören yasal düzenlemenin amacı göz önüne alındığında tazminat nitelemesine varılabilir (Bkz. Dr. Nami Barlas, age., s.127 vd)
Görüldüğü üzere, para borçlarında borçlunun borcunu vadesinde ödememesi halinde yasal faizden ayrık olarak uygulanan ve borçlu tarafından ödenmek zorunda bırakılan gecikme zammının aslında bir faiz olduğunda kuşku yoktur. Nitekim HGK'nun 16.06.2004 gün ve 2004/19-357 E, 2004/360 K. sayılı ilamında da aynı ilkeler benimsenmiştir.
Nevar ki, uyuşmazlığın Hukuk Genel Kurulu'na geldiği aşamada 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu yürürlüğe girmiş olup, Türk Borçlar Kanunu'nun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkında Kanunu'nun (6101 SK) 7. maddesinde aynen " Türk Borçlar Kanununun kamu düzenine ve genel ahlâka ilişkin kuralları ile geçici ödemelere ilişkin 76., faize ilişkin 88., temerrüt faizine ilişkin 120. ve aşırı ifa güçlüğüne ilişkin 138. maddesi, görülmekte olan davalarda da uygulanır." hükmünü içermektedir.
6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu(TBK)'nun 88. maddesindeki "Faiz ödeme borcunda uygulanacak yıllık faiz oranı, sözleşmede kararlaştırılmamışsa faiz borcunun doğduğu tarihte yürürlükte olan mevzuat hükümlerine göre belirlenir. Sözleşme ile kararlaştırılacak yıllık faiz oranı, birinci fıkra uyarınca belirlenen yıllık faiz oranının yüzde elli fazlasını aşamaz." hükmünü içermesinin yanı sıra, temerrüt faizine ilişkin 120. maddesinde de aynen; "Uygulanacak yıllık temerrüt faizi oranı, sözleşmede kararlaştırılmamışsa, faiz borcunun doğduğu tarihte yürürlükte olan mevzuat hükümlerine göre belirlenir. Sözleşme ile kararlaştırılacak yıllık temerrüt faizi oranı, birinci fıkra uyarınca belirlenen yıllık faiz oranının yüzde yüz fazlasını aşamaz. Akdî faiz oranı kararlaştırılmakla birlikte sözleşmede temerrüt faizi kararlaştırılmamışsa ve yıllık akdî faiz oranı da birinci fıkrada belirtilen faiz oranından fazla ise, temerrüt faizi oranı hakkında akdî faiz oranı geçerli olur." düzenlemesine yer verilmiştir.
Tüm bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;
Davacı vekili tarafından Mersin 1. İcra Müdürlüğü'nün 2007/1167 esas sayılı icra dosyası ile davalı hakkında başlatılan icra takibinde; asıl alacak ve KDV istemiyle birlikte 6.035,00 YTL gecikme zammının tahsili de istenilmiştir. Davacının takip talebinde "gecikme zammı" olarak istediği bedel gecikme (temerrüt) faizi olup asıl alacağa temerrüt faizi eklenmek suretiyle toplam alacak miktarının belirlenmesi gerekir.
Ancak, somut uyuşmazlığın çözümü bakımından karar tarihinden sonra yürürlüğe girmiş bulunan ve halen devam eden davalarda da uygulanması gereken hükümler içeren 6098 sy TBK ve 6101 sayılı Kanun'un, somut olaya etkisinin bulunup bulunmadığının yerel mahkemece değerlendirilmesi gerekmektedir.
Hal böyle olunca; yerel mahkemece, Hukuk Genel Kurulu'nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının, yukarıda ve Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'na eklenen "Geçici madde 3" atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun 429. Maddesi gereğince BOZULMASINA, aynı Kanun'un 440. maddesi uyarınca karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere 10.10.2012 gününde yapılan ilk görüşmede oyçokluğuyla karar verildi.

17 Nisan 2013 Çarşamba


Yargıtay
6. Hukuk Dairesi

Esas : 2003/3576
Karar : 2003/3587
Tarih : 20/05/2003


Merciice verilmiş bulunan yukarıda tarih ve numarası yazılı karar borçlu tarafından süresi içinde temyiz edilmiş olmakla dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği görüşülüp düşünüldü.

Alacaklı vekili, borçlu kiracının 20.03.2002 tarihinde başlayan kira yılı için yıllık peşin ödenmesi gereken kira bedelini ödemediğini, yapılan icra takibine itiraz ettiğini, itiraz ettiği miktarı dahi süresi içerisinde icraya yatırmadığını belirterek itirazın kaldırılmasını ve taşınmazın tahliyesini istemiştir.

Davalı borçlu 13.03.2002 tarihinde kabul ettiği yıllık kira parasını konutta ödemeli olarak alacaklıların adresine göndermiş, havale alıcısı bulunamadığından iade edilmiş, tekrar ihtarlı ödeme emrinin 02.10.2002 tarihinde kendisine tebliğinden önce 27.09.2002 tarihinde 400.000.000.-lira yıllık kira bedelini alacaklıya konutta ödemeli olarak göndermiş, bu havale dahi iade edilmiştir. Bunun üzerine 11.11.2002 tarihinde icraya yatırılmıştır. Bu durumda borçlu takiple istenen 20.03.2002 – 20.03.2003 dönemi kira parasını iki kez konutta ödemeli olarak göndermiş olup, ihtarlı ödeme emrinin tebliğ edildiği 02.10.2002 tarihinde istenen kira parası PTT'de alacaklının emrinde bulunduğu ve alacaklı tarafından alınmadığından kiracının temerrüdü gerçekleşmemiştir. Bu sebeple istemin reddine karar vermek gerekirken, yazılı şekilde karar verilmesi hatalı görüldüğünden, kararın bozulması gerekmiştir.

SONUÇ: Merciice verilen karar yukarıda açıklanan nedenlerle BOZULMASINA ve istek halinde peşin alınan temyiz harcının temyiz edene iadesine 20.05.2003 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

Kaynak:Corpus

UYARI: Firmamızca basılı ortamdan elektronik ortama aktarılan içtihat metni, tarafımızdan içeriği etkilenmeyecek şekilde değiştirilmiş ve değişikliği yapan algoritma TESCİL ettirilmiştir. Tescil edilmiş içtihat metninin Corpus sözleşmesinde belirtilen amaçlar dışında herhangi bir ortamda (elektronik veya yazılı) bulundurulması/kullanılması durumunda firmamız tüm kanuni haklarını KULLANACAKTIR.

Yargıtay 13. Hukuk Dairesi Esas : 2004/10039 Karar : 2005/1029 Tarih : 28.01.2005

*SATIŞ SÖZLEŞMESİ
*KARŞILIKLI TAAHHÜTLERİ HAVİ AKİT
*AYNI ANDA İFA
(818 s. BK. m. 81)

Taraflar arasındaki istirdat davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın kabulüne yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davalı avukatı tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği konuşuldu düşünüldü.
KARAR
Davacı, Orman Genel Müdürlüğünce davalıya tahsis edilen 25 ton odunu, 21.3.2003 tarihli sözleşme ile tonu 50.000.000 TL.den satın alıp bedeli 1.250.000.000 TL.yi ödediğini ancak odunların teslim edilmediğini belirterek 25 ton odunun kendisine ait olduğunun tesbiti ile aynen teslimine, aynen teslim mümkün olmadığı takdirde 25 ton odunun rayiç değerinin tahsiline karar verilmesini istemiştir.
Davalı, davacıdan 37 ster odun karşılığı 600.000.000 TL. alıp odunları teslim ettiğini savunarak davanın reddini dilemiştir.
Mahkemece, satışa konu odunların mülkiyetinin dava dışı Orman idaresine ait olduğu, davalının yazılı sözleşme ile 25 ton odunu davacıya sattığı, davalının odunları teslim ettiğini kanıtlayamadığı gerekçesi ile 25 ton odunun dava tarihindeki değeri 2.250.000.000 TL.nin hüküm tarihinden işleyecek yasal faizi ile davalıdan tahsiline karar verilmiş; hüküm, davalı tarafından temyiz edilmiştir.
1- Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle yasaya uygun gerektirici nedenlere ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre davalının aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan sair temyiz itirazlarının reddi gerekir.
2- BK.81. maddesi "Mütekabil taahhütler, muhtevi olan bir akdin ifasını talep eden kimse, akdin şartları ve mahiyetine nazaran bir ecelden istifade hakkını haiz olmadıkça kendi borcunu ifa etmiş veya ifasını teklif eylemiş olması lazımdır." düzenlemesini getirmiştir. Buna göre iki tarafa borç yükleyen sözleşmelerde taraflar edimlerin değişimini kabul etmişlerdir. Taraflardan her biri diğer tarafın edimini elde etmek için kendi edimini ifa etmek borcu altına girer. Her iki tarafa da edimini yerine getirme yükümlülüğü getiren sözleşmelere tam iki taraflı sözleşmeler denir. İki tarafa borç yükleyen sözleşmelerde edimlerin aynı anda ifa edilmesi gerekir. Satış sözleşmesinde tam iki taraflı sözleşmelerdendir. Satış sözleşmesinde, alıcı satış bedelini ödemek satıcıda satışa konu malı alıcıya teslim etmekle yükümlüdür. Taraflardan birisi ecelden istifade hakkını haiz değilse karşı taraftan edemini yerine getirmesini isteyebilmesi için kendi edimini yerine getirmesi veya yerine getirmeyi usulüne uygun tebliğ etmiş olması gerekir.

Taraflar arasında yapılan 21.3.2003 tarihli sözleşmede davalı satıcının 25 ton odunu, tonu 50.000.000 TL.den 1.250.000.000 TL. bedelle davacıya sattığı, satış bedelinin ödendiği belirtilmiştir. Ancak davacı 21.1.2004 tarihli celsede odun bedeli 1.250.000.000 TL. den 750.000.000 TL.yi ödediğini kalan 500.000.000 TL.yi daha sonra nakliye bedeli olarak ödeyeceğini, diğer bir değişle, sözleşmede yazılanın aksine satış bedelinden 500.000.000 TL.yi ödemediğini kabul etmiştir. Davacı alıcı, satış sözleşmesi gereği kendi üzerine düşen edimi tamamen yerine getirmediği sabit olmuştur. Bu durumda yukarda yapılan açıklamalar gözetildiğinde kendi edimini yerine getirmeyen ve eksik satış bedelini ödemeyi teklif etmeyen davacı davalıdan satışa konu odunların tamamının teslimini veya rayiç değerinin tahsilini isteyemez. Mahkemece davalıya ödendiği sabit olan 750.000.000 TL.ye tekabül eden odun bedelinin tahsiline karar verilmesi gerekirken semenin tamamı ödenmiş kabul edilerek yazılı şekilde hüküm tesisi usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir.
SONUÇ : (1) nolu bentte yazılı nedenle davalının sair temyiz itirazlarının reddine, (2) nolu bentte gösterilen nedenle kararın davalı lehine BOZULMASINA, peşin harcın istek halinde iadesine, 28.1.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Kaynak:Corpus
UYARI: Firmamızca basılı ortamdan elektronik ortama aktarılan içtihat metni, tarafımızdan içeriği etkilenmeyecek şekilde değiştirilmiş ve değişikliği yapan algoritma TESCİL ettirilmiştir. Tescil edilmiş içtihat metninin Corpus sözleşmesinde belirtilen amaçlar dışında herhangi bir ortamda (elektronik veya yazılı) bulundurulması/kullanılması durumunda firmamız tüm kanuni haklarını KULLANACAKTIR.

10 Nisan 2013 Çarşamba


Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Esas : 1994/19-428 Karar : 1994/866 Tarih : 21.12.1994
*İFA UĞRUNA EDİM AMAÇLI SÖZLEŞME
*TEK TARAFLI FESİH
*ŞARTNAMEYE UYGUN MAL TESLİMİ
(818 s. BK. m. 18, 101, 463, 466)
Özet : İfa uğruna edim amacıyla düzenlenen sözleşmeler ve ekleri, tarafların gerçek amaçlarına uygun biçimde yorumlanmalıdır.
Gerçek amaç; bankaya olan kredi borcunun, davalının üretmiş ve üreteceği malların, banka tarafından alınıp satılarak tasfiyesi olduğundan; malın teslimi olan edimin yerine getirilmemesi ya da eksik yerine getirilmesinden dolayı, feshin haklı olup olmadığının saptanması için, uzman bilirkişilerden, teslim edilen malların teknik şartnameye uygun olup olmadığı konusunda rapor alınarak, sonucuna göre karar verilmelidir.
Taraflar arasındaki "itirazın iptali" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; (İstanbul Asliye Birinci Ticaret Mahkemesi)’nce davanın reddine dair verilen 8.7.1992 gün ve 313-2540 sayılı kararın incelenmesi davacı vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay Ondokuzuncu Hukuk Dairesi’nin 8.4.1993 gün ve 9844-2621 sayılı ilamiyle; (...Davacı bankanın, davalı şirketten kredi sözleşmesine dayalı alacağının tahsilini sağlamak amacı ile taraflar arasında 15.1.1990 ve 9.3.1990 tarihli anlaşma ve protokoller yapılmıştır. Yapılan 9.3.1990 tarihli protokolün 17. maddesinde; bu sözleşmenin amacı davalı şirketin, bankaya olan borçlarının tasfiyesine yönelik olduğu belirtilerek, sözleşmeye konu mıcırların; gerek Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı, gerekse borçlu şirket veya sair firmalarla yapılan veya yapılacak anlaşmaların bu tasfiye amacını sağlamak olduğu kabul edilmiştir. Aynı protokolün, 1. maddesinde; borçlu şirketin, sahip olduğu taşocağında bulunan kırılmış ve daha sonra kırılacak ve 500 tona iblağ edilecek mıcırı her türlü ayıptan ve sair takyidatlardan arınmış olarak satmayı kabul ettiği ve buna göre birinci dilim teslimat olan 100 ton mıcırın 30 takvim günü içinde (Nisan 1990), müteakip 150 tonu, 30. takvim günü (Mayıs 1990), üçüncü dilim Haziran 1990 tarihinde, 200 ton ve dördüncü dilim olarak 90 ton Temmuz 1990 tarihinde termin programı dahilinde Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne teslim edilmek üzere hazır bulundurmayı kabul ve taahhüt etmiş ve 8. maddesinde; mıcırların satış ve devri ile ilgili her türlü resim, vergi, harçlar ve mıcırın nakliyesine dair bedelin Belediye’den alınacak istihkaklardan düşülerek kalan meblağın, firmanın borçlarından mahsup edileceği, artan istihkakların firmanın mer’i riskleri karşılığı bloke edileceği, 11. maddesinde ise; mıcırların satış bedeli, Ankara Büyükşehir Belediyesi’nden tahsil edildiğinde, firmanın doğmuş ve doğacak tüm borçlarından mahsup edileceği, 12. maddesinde; satış işlemi her ne kadar satış sözleşmesinde belirlenen bedel üzerinden yapılacaksa da, akitten kaynaklanan vecibelerin zamanında yerine getirilmemesi sonucu doğan faiz vs. masraflar da ilave edilerek Belediye’den tahsil olunacak istihkak bedellerinden mahsup edileceği, 17. maddenin 2. fıkrasında; firmaca yüklenilen edimin yerine getirilmemesi, eksik yerine getirilmesi durumlarında banka akdetmiş bulunduğu tüm sözleşmeleri hiçbir mükellefiyet altına girmeksizin tek taraflı olarak feshetmek yetkisine sahiptir. Böyle bir durumda banka, tüm bu anlaşmalardan bağımsız ve geriye dönük olarak borçlu firma lehine kullandırmış bulunduğu kredilerden kaynaklanan borçlarını kat ederek yasal takibe geçmekte muhtar olacağı kabul edilmiştir. Tarafların sözleşme ve protokole dayalı anlaşmalarını, bu hükümler gözetilerek BK.nun 18. maddesine göre, gerçek amaçlarına uygun şekilde yorumlamak gerekir. Bu durumda taraflar arasında akdedilen 15.1.1990 tarihli satım sözleşmesi gerçekte davalının bankaya olan borcunun ödenmesini teminen ticaretine konu mıcırların banka tarafından Belediye’ye satışının sağlanması ve bedelinin borcuna mahsup edilmesi olup, davacı banka bu amaçla Ankara Belediyesi’ne mıcır satış taahhüdünde bulunmuş yapılan bu taahhütteki termin planına ve niteliklerine uygun şekilde mıcırların teslimi 9.3.1990 tarihli protokolle davalı tarafından yüklenilmiştir. Protokolde kararlaştırıldığı üzere, Nisan 1990 ayı içinde gönderilmesi gereken ilk parti 100 ton mıcır yerine davalı tarafından 30 ton teslimatta bulunulmuş ve bu malların da niteliklerine uygun olmadığı, ayıplı bulunduğuna ilişkin Belediye’nin 2.5.1990 tarihli ihtarına dayanılarak banka tarafından davalı şirkete 4.5.1990 tarihli ihtarla duyurulmuş ancak davalı şirket niteliğine ve termin planına uygun miktarda mal tesliminde temerrüt etmiştir. Davalı bankaya karşı verdiği cevapta satışa konu malların tamamını davacıya teslim ettiğinden kendisinin termin planı ve niteliğinden sorumlu tutulamayacağını bildirmiş ise de, yapılan protokolün 1. maddesinde belirtildiği üzere, satışa konu 500 ton mıcır protokolün düzenlendiği tarihte bir kısmı ocakta hazır ve bir kısmı da bilahare hazırlanacaktır. Davalı tarafından protokolün termin planında saptanan birinci parti mala karşılık yalnız 30 ton teslimatta bulunulduğu hususunda da bir tereddüt bulunmamaktadır. Bu durumda, davalının kendisine yapılan ihtarla temerrüde düşürüldüğünün kabulü gerekir.
Davalı şirketin termin planına ve niteliklerine uygun mal teslim etmemesi üzerine, Belediye’nin banka ile akdettiği satış sözleşmesi feshedilip 25.6.1990 tarihli ihtarla bankaya bildirilmekle banka tarafından mütemerrid şirkete çekilen 26.6.1990 tarihli ihtarla sözleşme ve protokoller feshedilmiştir. Yapılan bu fesih, protokolün 17. maddesi 2. fıkrası hükmüne dayanmakta olup haklı ve hukukidir. Bunun sonucu olarak davalı şirketin, kredi borcunu kat eden davacı Bankanın alacağı hakkında yaptığı icra takibine borçlunun itirazının kapsamı yönünden Belediye’ye teslim edilen ve bankaca tahsil olunup borca mahsubu gereken bedelin de gözetilerek, banka kayıtları üzerinde yaptırılacak bilirkişi incelemesi ile saptanacak alacak miktarına göre itirazın iptaline hüküm kurulması gerekirken yazılı şekilde davalı savunmasının kabulü ve davanın reddi isabetsizdir...) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Temyiz eden: Davacı vekilleri.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Taraflar arasında ifa uğruna edim amacıyla düzenlenen 15.1.1990 tarihli alım satım sözleşmesinin 1. maddesinde; "alıcı, emtianın Ankara Büyükşehir Belediyesi ile arasında akdedilen sözleşmede belirtilen evsafta olması koşuluna bağlı olarak satıcıdan 500.000 ton (% 30 fazlası veya eksiği olabilir) asfalt mıcırı almayı kabul etmiştir" koşuluna yer verilmiştir. Yine taraflar arasında düzenlenen ve 15.1.1990 tarihli sözleşmeyi ortadan kaldırmayıp, ek hükümler taşıyan 9.3.1990 tarihli protokolün 2. maddesinde de aynı koşulun belirlendiği görülmektedir. Bu durumda, davalı borçlu Ö......... Koll. Şti., yukarıda belirtilen sözleşme ve protokol hükümlerine göre davacı alacaklı banka ile Ankara Büyükşehir Belediyesi arasında akdedilen satış sözleşmesinde saptanan evsaftaki mıcırları, teslim borcu altına girmiş bulunmaktadır. Ayrıca da, 15.1.1990 tarihli sözleşmenin 4. ve 6. maddeleri içeriği ile protokolün 1. maddesi hükmüne göre; davalı satıcının, mıcırları Belediye’ye değil davacı alıcıya teslim etmeyi üstlenmiş olduğu aşikardır. Kaldı ki bu husus, 21.3.1990 tarihli vedia anlaşması ve davalı ile dava dışı U..... İnşaat ve Ticaret A.Ş. arasında aktedilen taşıma sözleşmesinden de anlaşılmaktadır. O itibarla davalının Nisan 1990 termin planında belirtilen miktardan daha az mıcırı Belediye’ye teslim ettiği ve böylece sözleşme ve protokol hükümlerini bu yönden ihlal ettiği kabul edilemez. Ancak, sözleşme ve protokolün davalı satıcının, mıcırları davacı ile Ankara Büyükşehir Belediyesi arasında aktedilen sözleşmede belirtilen evsafa uygun olarak teslim edeceği yolundaki hükümlerini, BK.nun 18. maddesine göre tarafların gerçek amaçlarına uygun biçimde yorumlamak gerekir. Esasen taraflar arasındaki sözleşme ve protokolün nihai gayesi; davalının, davacı bankaya olan kredi borcunun davalının üretmiş ve üreteceği mıcırların davacı banka tarafından alınıp Belediye’ye satılması ve buradan elde edilecek para ile tasfiyesidir. Durum böyle olunca davalının, evsafa uygun mıcır teslim etme borcunun, mıcırların Belediye’nin davacı ile yaptığı sözleşmede öngörülen evsafa uygun bulunarak benimsenilmesine kadar devam ettiğinin kabulü gerekir. Davacı ile davalı ve müstevdi sıfatıyla Refik arasında düzenlenen vedia sözleşmesinin 1. maddesinde de; "Müstevdi Refik, bankanın maliki bulunduğu aşağıda nitelikleri yazılı 500.000 ton olan emtiayı eksiksiz olarak teslim almıştır" denilmiş ve devamında emtianın niteliği başlığı altında Ankara Büyükşehir Belediyesi’nce yapılan keşif özetindeki vasıf ve nitelikleri havi 19-13 mm. 13-9 mm. 9-0 mm. asfalt agregasın (mıcır) dan bahsedilmiştir. Bu belirleme ise, davalının yukarıda açıklandığı şekilde sorumluluğunun mıcırların Belediye’ce evsafa uygun bulunarak teslim alınıncaya kadar devam etmekte olması karşısında gerek vedia sözleşmesi gerek 8.3.1990 tarihli sözleşmenin 1. maddesi yollaması ile bu sözleşmenin eki olan özel teknik şartnamenin 1. maddesi hükmüne göre mıcırların, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı Karayolları Genel Müdürlüğü "Bitümlü Kaplamalar Şartnamesinde" bahsi geçen tablo 1’deki malzemelerden, C tipine uygun olduğu yolunda açık bir saptamayı içermemektedir. Yalnızca miktar ve mıcırların kutruna ilişkin olması nedeniyle olayda mevcut delillerle davalının davacıya evsafa uygun mıcır teslim ettiğini kabul etmek mümkün görülemez.
Her ne kadar davalı, ifa uğruna edim anlaşması gereği olarak öncelikle davacının, mıcırları kabul etmeyen Belediye’ye karşı yasal yollara müracaat ederek hak araması, icabı hale göre başkalarına satmak üzere gereken çabayı göstermesi gerektiğini savunmuş ise de, 9.3.1990 tarihli protokolün 17. maddesinde davalının yüklendiği edimi yerine getirmemesi ya da eksik yerine getirmesi durumunda davacı bankanın aktetmiş olduğu tüm sözleşmeleri hiçbir mükellefiyet altına girmeden tek taraflı olarak feshetmek yetkisine sahip olduğu ve borcun aslı olan kredi alacağını isteyebileceği kararlaştırıldığından, davalının bu savunmasına itibar edilememiştir.
Hal böyle olunca olayda, sağlıklı ve hukuksal bir çözüme ulaşılabilmesi için öncelikle yukarıda yapılan açıklamaların ışığında davacının davalıyı 4.5.1990 tarihli ihtarname ile temerrüde düşürmüş olduğu da gözetilerek, Belediye’ye teslim edilmiş olan mıcırların özel teknik şartnameye uygun olup olmadığı üzerinde durulmak ve böylece davacının, protokolün 17. maddesindeki fesih hakkını kullanmasının isabetli olup olmadığının saptanması gerekir.
Bunun tesbiti için de, dosya arasında bulunan ve Karayolları Genel Müdürlüğü Araştırma Feh Heyeti Müdürlüğü’nün 9.5.1990, Karayolları Genel Müdürlüğü Dördüncü Bölge Müdürlüğü’nün 10.5.1990 tarihli ve bazı yönlerden kesinlik arzetmeyen ve davacı tarafça mahkeme eli ile yaptırılan tesbit sonucu düzenlenen 15.6.1990 tarihli raporları, esas alarak, konusunda uzman üç kişilik bir bilirkişi kurulu aracılığı ile inceleme yaptırılıp, Belediye’ye kısmen teslim edilen mıcırların özel teknik şartnameye uygun olup olmadığı yolunda rapor alınarak varılacak sonuç dairesinde bir karar verilmek icap eder.
Mahkemece, açıklanan bu husus gözetilmeksizin önceki kararda direnilmesi doğru değildir.
O halde, usul ve yasaya uygun bulunmayan direnme kararı bozulmalıdır.
S o n u ç : Davacı vekillerinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerden dolayı HUMK.nun 429. maddesi uyarınca (BOZULMASINA), istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 21.12.1994 gününde, oyçokluğuyla karar verildi.
Kaynak:YKD. Kasım-1996 s: 1703

UYARI: Firmamızca basılı ortamdan elektronik ortama aktarılan içtihat metni, tarafımızdan içeriği etkilenmeyecek şekilde değiştirilmiş ve değişikliği yapan algoritma TESCİL ettirilmiştir. Tescil edilmiş içtihat metninin Corpus sözleşmesinde belirtilen amaçlar dışında herhangi bir ortamda (elektronik veya yazılı) bulundurulması/kullanılması durumunda firmamız tüm kanuni haklarını KULLANACAKTIR.üde düşürüldüğünün KABULÜ GEREKİR.