19 Şubat 2015 Perşembe

İNANÇLI İŞLEMLER YAZILI BELGE NİTELİĞİNDEKİ DELİLLE İSPAT EDİLEBİLİR Mİ?

T.C. YARGITAY
1.Hukuk Dairesi

Esas:  2014/191
Karar: 2014/14624
Karar Tarihi: 22.09.2014

TAPU İPTALİ VE TESCİL DAVASI - İNANÇ SÖZLEŞMESİ - İNANÇLI İŞLEME DAYALI OLUP DİNLENİLİRLİĞİ KABUL EDİLEN İDDİALARIN İSPATI - DAVANIN REDDİNİN İSABETSİZ OLUŞU - HÜKMÜN BOZULMASI GEREĞİ

ÖZET: Dava, inanç sözleşmesinden kaynaklanan tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir. Davacının davalıya yaptığı temlikin teminat amacına yönelik olduğu gözetilerek davacı tarafından ibraz edilip, davalının eli ürünü olduğu iddia edilen belge davalıdan sorularak, neye ilişkin olarak tanzim edildiğinin saptanması, yazılı delil başlangıcı niteliğinde olup olmadığının değerlendirilmesi, yazının inkar edilmesi durumunda bu konuda gerekli inceleme ve araştırmanın yapılması ve sonucuna göre karar verilmesi gerekirken, hatalı gerekçelerle hüküm kurulması doğru değildir.

(6098 S. K. m. 19, 97, 509) (818 S. K. m. 81) (6100 S. K. m. 202) (YİBK 05.02.1947 T. 1945/20 E. 1947/6 K.)

Dava: Taraflar arasında görülen tapu iptali ve tescil davası sonunda, yerel mahkemece davanın reddine ilişkin olarak verilen karar, davacılar vekili tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi Öznur Kabasakal’ın raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü;

Karar: Dava, inanç sözleşmesinden kaynaklanan tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.

Mahkemece tapulu taşınmazların devrinin harici anlaşmalar yoluyla yapılmasının mümkün olmadığı gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir.

Dosya kapsamı ve toplanan delillerden; dava konusu taşınmazlardan 1 nolu bağımsız bölümün davacılardan Sevim Bulat adına kayıtlı iken, 07/04/2006 tarih 1459 yevmiye numaralı resmi senetle; 3 nolu bağımsız bölüm ise davacılardan B. E. adına kayıtlı iken 07/04/2006 tarih 1461 yevmiye numaralı resmi senetle davalıya satış suretiyle temlik edildiği; davalı tarafça Akbank Ünye şubesinden ilk taksitinin ödemesi 11/05/2006 tarihinden başlamak üzere 120.000-TL kredi çekildiği saptanmıştır.

Davacıların dava konusu taşınmaz temliklerinin gerçek bir satış olmayıp, borca karşılık teminat amacıyla yapıldığı ve borç ödendiğinde iade edileceği iddiasında bulundukları bu iddialarının kanıtı olarak davalının el ürünü olduğunu beyan ettikleri 13.12.2008 tarihli belgeye dayanmışlardır.

Ne var ki, mahkemece bu belge değerlendirilip, incelenmeden sonuca gidilmiştir.

Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder. 

Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek ve iade edilmek üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar. 

Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır. 

Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.

Bilindiği gibi, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. (818 s. Borçlar Kanununun (BK). m. 81; 6098 s. Türk Borçlar Kanununun (TBK) 97. m.)

İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında, onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu; taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nispi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.

Burada üzerinde durulması gereken husus, taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla, sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.

Bilindiği üzere; uygulamada mesele, 5.2.1947 tarih 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.

Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler” dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira TBK'nin 509. maddesindeki “Vekilin, kendi adına ve vekâlet veren hesabına gördüğü işlerden doğan üçüncü kişilerdeki alacağı, vekâlet verenin vekile karşı bütün borçlarını ifa ettiği anda, kendiliğinden vekâlet verene geçer.” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan TBK'nin 19.maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile ispatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.

İçtihadı Birleştirme kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü, gerek işleyişi açısından, genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirile gelmektedir.

İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların isbatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hem de taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.

Yukarıda açıklanan ilkelere göre inanç sözleşmesine dayanan davaların HMK 202’ye göre yazılı delil olmadığı takdirde delil başlangıcı niteliğindeki belgeyle de ispatı mümkündür.

Hal böyle olunca, davacının davalıya yaptığı temlikin teminat amacına yönelik olduğu gözetilerek davacı tarafından ibraz edilip, davalının eli ürünü olduğu iddia edilen 13/12/2008 tarihli belge davalıdan sorularak, neye ilişkin olarak tanzim edildiğinin saptanması, yazılı delil başlangıcı niteliğinde olup olmadığının değerlendirilmesi, yazının inkar edilmesi durumunda bu konuda gerekli inceleme ve araştırmanın yapılması ve sonucuna göre karar verilmesi gerekirken, hatalı gerekçelerle yazılı şekilde hüküm kurulması doğru değildir.

Sonuç: Davacılar vekilinin temyiz itirazları belirtilen nedenlerle yerindedir. Kabulüyle hükmün (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK'un 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 22.09.2014 tarihinde oybirliği ile, karar verildi. (¤¤)

Sinerji Mevzuat ve İçtihat Programı 

YARGITAY 1. HD. KARARINDA BİLGİ YANLIŞLIĞI VAR.

T.C. YARGITAY
1.Hukuk Dairesi

Esas:  2012/14375
Karar: 2013/2441
Karar Tarihi: 21.02.2013

TAPU İPTALİ VE TESCİL DAVASI - VEKALET GÖREVİNİN KÖTÜYE KULLANILMASI VE HİLE HUKUKSAL NEDENLERİ - HİLE HER TÜRLÜ DELİLLE İSPAT EDİLEBİLECEĞİ - İPTAL HAKKININ KULLANILMASININ ŞEKLE BAĞLI OLMADIĞI - HÜKME YETERLİ ARAŞTIRMANIN YAPILMADIĞI - HÜKMÜN BOZULMASI

ÖZET: Dava, vekalet görevinin kötüye kullanılması ve hile hukuksal nedenlerine dayalı tapu iptal ve tescil istemine ilişkindir. Hile her türlü delille ispat edilebileceği gibi iptal hakkının kullanılması hiç bir şekle bağlı değildir. Hilenin öğrenildiği tarihten itibaren bir yıllık hak düşürücü süre içerisinde karşı tarafa yöneltilecek bir irade açıklaması, defi yahut dava yoluyla da kullanılabilir. Somut olayda hükme yeterli bir araştırma yapıldığını söyleyebilme olanağı yoktur.

(818 S. K. m. 28, 390) (6098 S. K. m. 28, 506) (4721 S. K. m. 2, 3)

Dava: Yanlar arasında görülen tapu iptal ve tescil davası sonunda, yerel mahkemece, davanın reddine dair olarak verilen karar davacılar vekili tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi N. B.'nun raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği düşünüldü:

Karar: Dava, vekalet görevinin kötüye kullanılması ve hile hukuksal nedenlerine dayalı tapu iptal ve tescil istemine ilişkindir. Mahkemece, iddianın sübut bulmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Dosya içeriği ve toplanan delillerden; davaya konu paylı mülkiyete tabi 636, 639, 642, 676 parsel sayılı taşınmazların davacılar ve davalı adlarına 1/4 payla kayıtlı olduğu, davacıların paylarını kardeşleri olan davalıya tapuda satış gibi göstermek suretiyle temlik ettikleri, 16.1.2007 tarih, 98 yevmiye sayılı resmi akte davacılardan K. D.'nin bizzat katıldığı, diğer davacıların ise vekil kıldıkları dava dışı A. B. tarafından temsil edildikleri anlaşılmaktadır.

Davacılardan vekil temsil edilen H. ve Z. hile kullanılmak suretiyle alınan vekaletnamenin kötüye kullanıldığı, diğer davacı K. ise davalının hileli davranışları sonucu 5233 Sayılı Kanun kapsamında tazminat alacağı zannıyla tapuda satış gibi işlem yaptığını ileri sürerek eldeki davayı açmışlardır.

Hemen belirtilmelidir ki; B.K.nun temsil ve vekalet bağıtını düzenleyen hükümlerine göre, vekalet sözleşmesi büyük ölçüde tarafların karşılıklı güvenine dayanır. Vekilin borçlarının çoğu bu güven unsurundan, onun vekil edenin yararına ve iradesine uygun davranış yükümlülüğünden doğar.

B.K.'nda sadakat ve özen borcu, vekilin vekil edene karşı en önde gelen borcu kabul edilmiş ve 390/2 (6098 Sayılı T.B.K. 506/2) maddesinde <vekil, müvekkiline karşı vekaleti hüsnüniyetle ifa ile mükelleftir...> hükmüne yer verilmiştir. Bu itibarla vekil, vekil edenin yararına ve iradesine uygun hareket etme, onu zararlandırıcı davranışlardan kaçınma yükümlülüğü altındadır. Sözleşmede vekaletin nasıl yerine getirileceği hakkında açık bir hüküm bulunmasa veya yapılan işlem dış temsil yetkisinin sınırları içerisinde kalsa dahi vekilin bu yükümlülüğü daima mevcuttur. Hatta malik tarafından vekilin bir taşınmazın satışında, dilediği bedelle dilediği kimseye satış yapabileceği şeklinde yetkili kılınması, satacağı kimseyi dahi belirtmesi, ona dürüstlük kuralını, sadakat ve özen borcunu gözardı etmek suretiyle, makul sayılacak ölçüler dışına çıkarak satış yapma hakkını vermez. Vekil edenin yararıyla bağdaşmayacak bir eylem veya işlem yapan vekil değinilen maddenin 1. fıkrası uyarınca sorumlu olur.

Öte yandan, vekil sözleşme yapan kişi Medeni Kanunun 3. maddesi anlamında iyiniyetli ise yani vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını bilmiyor veya kendisinden beklenen özeni göstermesine rağmen bilmesine olanak yoksa vekil yaptığı sözleşme geçerlidir ve vekil edeni bağlar. Vekil vekalet görevini kötüye kullansa dahi bu husus vekil vekalet eden arasında bir iç sorun olarak kalır, vekil sözleşme yapan kişinin kazandığı haklara etkili olamaz.

Ne var ki, üçüncü kişi vekil çıkar ve işbirliği içerisinde ise veya kötü niyetli olup vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını biliyor veya bilmesi gerekiyorsa vekil edenin sözleşmeyle bağlı sayılmaması, Medeni Kanunun 2. maddesinde yazılı dürüstlük kuralının doğal bir sonucu olarak kabul edilmelidir. Söz konusu yasa maddesi buyurucu nitelik taşıdığından hakim tarafından kendiliğinden (resen) göz önünde tutulması zorunludur. Aksine düşünce kötü niyeti teşvik etmek en azından ona göz yummak olur. Oysa bütün çağdaş hukuk sistemlerinde kötü niyet korunmamış daima mahkum edilmiştir. Nitekim uygulama ve bilimsel görüşler bu yönde gelişmiş ve kararlılık kazanmıştır.

Öte yandan, hile; genel olarak bir kimseyi irade beyanında bulunmaya, özellikle sözleşme yapmaya sevk etmek için onda kasten hatalı bir kanı uyandırmak, veya esasen var olan hatalı bir kanıyı koruma yahut devamını sağlamak şeklinde tanımlanır. Hata da yanılma hilede yanıltma söz konusudur. B.K'nun 28/I (6098 Sayılı T.B.K.28) maddesinde açıklandığı üzere taraflardan biri diğer tarafın kasıtlı aldatmasıyla sözleşme yapmaya yöneltilmişse hata esaslı olmasa bile aldatılan taraf için sözleşme bağlayıcı sayılamaz. Değinilen koşulların varlığı halinde aldatılan taraf hakkını kullanmak suretiyle hukuki ilişkiyi geçmişe etkili (makable Şamil) olarak ortadan kaldırabilir ve verdiği şeyi geri isteyebilir.

Diğer taraftan, hile her türlü delille ispat edilebileceği gibi iptal hakkının kullanılması hiç bir şekle bağlı değildir. Hilenin öğrenildiği tarihten itibaren bir yıllık hak düşürücü süre içerisinde karşı tarafa yöneltilecek bir irade açıklaması, defi yahut dava yoluyla da kullanılabilir. Somut olayda hükme yeterli bir araştırma yapıldığını söyleyebilme olanağı yoktur.

Hal böyle olunca; yukarda değinilen ilkeler ve olgular doğrultusunda araştırma ve inceleme yapılmak suretiyle toplanan ve toplanacak olan deliller birlikte değerlendirilerek varılacak sonuç çerçevesinde bir karar verilmesi gerekirken, noksan soruşturmayla yetinilerek yazılı olduğu üzere hüküm kurulmuş olması doğru değildir.

Sonuç: Davacıların, temyiz itirazları yerindedir. Kabulüyle hükmün açıklanan nedenlerden ötürü (6100 Sayılı Kanunun geçici 3. maddesi yollaması ile) 1086 Sayılı H.U.M.K.nın 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene iadesine, 21.02.2013 tarihinde oybirliği ile karar verildi. (¤¤)

Sinerji Mevzuat ve İçtihat Programı 

TBK. M. 28 AŞIRI YARARLANMA İLE İLGİLİ KARAR


T.C. YARGITAY
1.Hukuk Dairesi

Esas:  2013/19988
Karar: 2014/7420
Karar Tarihi: 09.04.2014

TAPU İPTALİ VE TESCİL DAVASI - GABİN HUKUKSAL NEDENİ - GABİNİN SUBJEKTİF UNSURUNUN GERÇEKLEŞMEDİĞİ - DAVANIN REDDİNE KARAR VERİLMESİ GEREKİRKEN KABULÜNÜN İSABETSİZ OLUŞU - HÜKMÜN BOZULMASI GEREĞİ

ÖZET: Dava, gabin (aşırı yararlanma) hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir. Somut olayda; keşfen yapılan saptamaya göre, bedeller arasındaki aşırı fark nedeni ile objektif unsurun gerçekleştiği açıktır.  Gabinin (aşırı yararlanma) subjektif unsuruna gelince; her ne kadar davacı yaşlı ve tecrübesiz oluşundan yararlanıldığını ileri sürmüş ise de taşınmazı davalıya satmadan kısa bir süre ince 10.000,00 TL bedelle satın almış iki buçuk ay gibi kısa bir süre sonra 15.000.-TL bedelle satmıştır. Satış sırasında davacının yalnız olmadığı, yanında kardeşi ve yeğeninin bulunduğu, bunun yanında davalının sömürme kastı ile hareket ettiği iddiasının da kanıtlanamadığı dolayısı ile gabinin subjektif unsurunun gerçekleşmediği açıktır.

(6098 S. K. m. 28) (818 S. K. m. 21)

Dava: Taraflar arasında görülen tapu iptali ve tescil davası sonunda, yerel mahkemece davanın, kabulüne ilişkin olarak verilen karar davalı tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi Mehmet Dağlı'nın raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü;

Karar: Dava, gabin (aşırı yararlanma) hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir.

Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir.

Çekişme konusu 20 parsel sayılı taşınmazı davacının 18.11.2008 tarihinde 10.000,00 TL bedelle üçüncü kişiden satın aldığı, 2,5 ay sonra 15.000,00.-TL bedelle davalıya satış suretiyle temlik ettiği ve taşınmazın akit tarihindeki gerçek değerinin 121.266,73.-TL olduğu sabittir.

Bilindiği üzere, sözleşmenin gabin (aşırı yararlanma) nedeniyle illetli olduğunun kabulü için edim ve karşı edim arasındaki oransızlığın, taraflardan birinin, diğerinin şahsında mevcut özel bir durumu bilerek istismar etmesi, sömürmesi sonucu oluşması gerekir. Dar ve zor durumda kalmaları nedeniyle, sözleşme yapmaya, mallarını çok düşük bedel ile devretmeye sürüklenmiş kişileri korumak zayıfı güçlüye ezdirmemek için hukukumuzda da düzenlemeler yapılmış 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunun (TBK) 28. (818 sayılı Borçlar Kanunun (BK) 21) maddesi ile aynen; "Bir sözleşmede karşılıklı edimler arasında açık bir oransızlık varsa, bu oransızlık, zarar görenin zor durumda kalmasından veya düşüncesizliğinden ya da deneyimsizliğinden yararlanılmak suretiyle gerçekleştirildiği takdirde, zarar gören, durumun özelliğine göre ya sözleşme ile bağlı olmadığını diğer tarafa bildirerek ediminin geri verilmesini ya da sözleşmeye bağlı kalarak edimler arasındaki oransızlığın giderilmesini isteyebilir.

Zarar gören bu hakkını, düşüncesizlik veya deneyimsizliğini öğrendiği; zor durumda kalmada ise, bu durumun ortadan kalktığı tarihten başlayarak bir yıl ve her hâlde sözleşmenin kurulduğu tarihten başlayarak beş yıl içinde kullanabilir." hükmü getirilmiştir.

O halde, aşırı yararlanmadan (gabinden)  söz edilebilmesi, objektif unsur olan edimler arasındaki aşırı oransızlık yanında, bir tarafın darda kalma, tecrübesizlik, düşüncesizlik (hafiflik) hallerinin bulunması, diğer yanın ise yararlanmak, sömürmek kastını taşıması biçiminde iki sübjektif unsurun dahi gerçekleşmesine bağlıdır. Gabinin varlığı zarar görene (sömürülene), sözleşme tarihinden itibaren bir yıllık hak düşürücü süre içerisinde sözleşme ile bağlı olmadığını bildirerek iptal davası açıp iddiasını her türlü delille kanıtlama ve verdiğini geri isteme hakkı ya da sözleşmeye bağlı kalarak edimler arasındaki oransızlığın giderilmesini isteme hakkı verir.

Hemen belirtmek gerekir ki gabin davasında öncelikle edimler arasındaki, aşırı oransızlık üzerinde durulmalı, objektif unsur ispatlandığı takdirde zarar gördüğünü iddia edenin kişiliği, yaşı, sağlık durumu, toplumdaki yeri, ekonomik gücü psikolojik yapısı gibi maddi, manevi yönler yani sübjektif unsur derinliğine araştırılıp incelenmelidir.

Somut olaya gelince; keşfen yapılan saptamaya göre, bedeller arasındaki aşırı fark nedeni ile objektif unsurun gerçekleştiği açıktır.  Gabinin (aşırı yararlanma) subjektif unsuruna gelince; her ne kadar davacı yaşlı ve tecrübesiz oluşundan yararlanıldığını ileri sürmüş ise de taşınmazı davalıya satmadan kısa bir süre ince 10.000,00 TL bedelle satın almış iki buçuk ay gibi kısa bir süre sonra 15.000.-TL bedelle satmıştır. Satış sırasında davacının yalnız olmadığı, yanında kardeşi ve yeğeninin bulunduğu, bunun yanında davalının sömürme kastı ile hareket ettiği iddiasının da kanıtlanamadığı dolayısı ile gabinin subjektif unsurunun gerçekleşmediği açıktır.

Hal böyle olunca, davanın reddine karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde karar verilmesi doğru değildir.

Davalının temyiz itirazları yerindedir. Kabulüyle, hükmün (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK'nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 09.04.2014 tarihinde oybirliğiyle, karar verildi. (¤¤)

Sinerji Mevzuat ve İçtihat Programı