30 Nisan 2016 Cumartesi

T.C YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu
Esas: 2014 / 13-19
Karar: 2015 / 1743
Karar Tarihi: 24.06.2015
ÖZET: Dava, rücuan tazminat isteğine ilişkindir. Dava dışı işçi G...’a icra takibi sonucu işçilik alacaklarına ilişkin ödemede bulunan davacı kurulun davalı şirketten talep edebileceği rücuan tazminattan davalı alt işverenin bozma ilamında belirtilen %50’lik kısım için ancak kendi dönemi ile sınırlı olarak sorumlu tutulması gerekirken mahkemece davalı alt işverenin sadece ihbar tazminatı yönünden kendi dönemi ile sınırlı olarak sorumlu tutulmasına karar verilmesi doğru değildir.(3095 S. K. m. 1) (4857 S. K. m. 2) (818 S. K. m. 50, 51, 141, 173, 174, 179, 496) (13. HD. 20.06.2012 T. 2012/6197 E. 2012/16178 K.)

Dava: Taraflar arasındaki “rücuan tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara 11. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 15.12.2011 gün ve 2010/532E., 2011/483 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 13. Hukuk Dairesinin 20.06.2012 gün ve 2012/6197 E., 2012/16178 K. sayılı ilamı ile;

(...Davacı, temizlik işleri için ihaleye çıktığını ve temizlik işlerinin aksamaması için doğrudan temin yöntemi ile hizmet alımı yapıldığını ve davalı ile 31 günlük sözleşme imzalandığını, davalının çalıştırdığı işçilerden G... 'ın iş aktinin fesh edilmesi üzerine davalı ile birlikte kendilerine işe iade davası açtığını, mahkemece davanın kabul edildiğini ve kararın kesinleştiğini, akabinde işçi tarafından yapılan icra takibi nedeniyle 22.302,27 TL ödediğini belirterek bu bedelin ödeme tarihinden itibaren yasal faizi ile davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiştir.

Davalı, davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, işçinin davalı yanında çalıştığı sürenin 31 gün olduğu, davalının bu nedenle sadece ihbar tazminatından sorumlu olacağı gerekçesi ile davanın kısmen kabulü ile 361,57 TL'nin dava tarihinden itibaren 3095 sayılı yasanın 1. maddesi gereğince değişen oranlarda yasal faizi ile davalıdan tahsiline karar verilmiş; hüküm, davacı tarafından temyiz edilmiştir.

Davacı, kuruma ait temizlik işinin davalı tarafından üstlenildiğini, ihale şartnamesine göre, çalıştırdıkları işçilerin iş hukukundan doğan her türlü işçilik hakları ile ilgili tazminatlarından sorumlu olduklarını ileri sürerek eldeki davayı açmış olup, dava dışı işçinin işe iade davası sonunda mahkemece davanın kabulüne karar verilerek, ödenmesi gereken tazminatın iş bu eldeki davanın tarafları olan davacı ve davalıdan tahsiline karar verildiği ve icra takibi sonunda da, davacı kurum tarafından mahkeme kararına konu tazminatın diğer işçi alacakları ile birlikte ödendiği ihtilafsızdır. Taraflar arasındaki uyuşmazlık, işçiye ödenen bu tazminattan hangi tarafın veya tarafların ne oranda sorumlu olduklarına ilişkindir. Uyuşmazlığın çözümünde öncelikle taraflar arasındaki sözleşme hükümleri ve genel hukuk prensipleri dikkate alınarak bir sonuca gidilmelidir. Bu cümleden olarak, davacı ile davalılar arasında düzenlenen sözleşmede işçilerin iş akitlerinden doğacak tazminattan hangi tarafın ne oranda sorumlu olduğu hususunda bir düzenlemenin bulunmadığı görülmektedir.

Tüm bu açıklamalardan sonra; tacir olan davalının çalıştırdıkları işçilerin fiili işçilik dışında sair tazminat haklarından sorumlu olacaklarını bilebilecek durumda oldukları ancak, davacı kurumun da asıl işveren durumunu muhafaza etmesi nazara alındığında doğan zararlardan tarafların yarı yarıya sorumlu olduğunun kabulü gerekir. O halde mahkemece, davalıların bu ilkeler çerçevesinde sorumluluklarının belirlenmesi gerekirken, aksi düşüncelerle yazılı şekilde hüküm tesisi usul ve yasaya aykırı olduğu…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Karar: Dava, rücuan tazminat isteğine ilişkindir.

Davacı vekili, davacı kurulun temizlik işlerinin 4734 sayılı Devlet İhale Kanunu hükümlerine göre ihale yapıldığını, ancak ihalenin sonuçlandırılamaması üzerine temizlik işlerinin aksamaması için doğrudan temin usulü yolu ile hizmet alımı yapıldığını, davalı ile 31 gün süreli hizmet alım sözleşmesi imzalandığını, davalı tarafından işçilerinden G...’ın iş akdinin fesih edilmesi üzerine işçi G... tarafından davalı ile davacı aleyhine işe iade davası açıldığını, mahkemece işe iade ve işe iade kararının yerine getirilmemesi halinde 4 aylık ücretin ödenmesine karar verildiğini, kararın Yargıtay denetiminden geçerek kesinleştiğini, işçi G...tarafından Ankara 6. İcra Müdürlüğünün 2010/13302 Sayılı dosyasında yapılan takipte toplam 22.322,27 TL’nin davacı kurul tarafından icra dosyasına ödendiğini, davalı şirketin yargı kararını yerine getirmemesi nedeni ile müştereken ve müteselsilen bu ücretten sorumlu olduğunu belirterek ödenen 22.322,27TL’nin ödeme tarihten işleyecek yasal faiziyle davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili, davalı şirkete husumet yöneltilemeyeceğini, iş mahkemesinin görevli olduğunu, yetkili mahkemenin de Kırşehir İş Mahkemesi olduğunu, alacağın bir kısmının zamanaşımına uğradığını, 29.02.2008 tarihli götürü bedel hizmet alım sözleşmesinin 10.maddesinde sözleşme süresinin işe başlama tarihinden itibaren 31 gün olduğunun belirtildiğini, 1 aylık süre sonunda işin biteceğinin ve sözleşmenin sona ereceğinin davacı ve işçi tarafından bilindiğini, işçinin işten çıkartılmasına davacının yol açtığını, ihale bedeli içerisinde işçinin tazminatlarına ve işe iade alacaklarına ilişkin bir madde bulunmadığını, ihale bedeli içinde bulunmayan bir miktarın kendisinden talep edilmesinin mümkün olmadığını, ayrıca davalı şirketten önceki değişik dönemlerde alt işverenler değişmesine rağmen davacı kurulun asıl işveren olarak dava dışı tazminatı ödenen işçileri çalıştırmaya devam ettiğini, asıl işveren olarak davacının sorumlu olması gerektiğini belirterek davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, davacının sorumluluğunun o tarihte yürürlükte olan 4857 sayılı Yasa’nın 2. maddesine göre üst işveren olarak işçi alacaklarının teminat altına alınmasından kaynaklanan bir sorumluluk olduğunu, davalının ise hizmet akdinin tarafı olması nedeni ile sorumlu olduğunu, davalı alt iş veren bir aylık dönem için ihale ile işi almış ve dava açan işçiyi 31 gün çalıştırdığını, hizmet süresi bir ay olduğu ve işe iade davası açılabilmesi için ön şart olan altı aylık primin bulunması gerektiğinden, BK 179. maddesine göre iş yeri devri olmadığı için davalıya karşı işe iade davası açılabilmesinin mümkün olmadığını, bir ay hizmeti olduğu için işe iade kararına bağlı olan dört aylık ücret ve sekiz aylık işe başlatmama tazminatının davalıdan talep edilemeyeceğini, iş yeri devri olmadığı için davalı kıdem tazminatından da sorumlu olmayacağını, hizmet akdi belirsiz süreli olduğu için davalının ihbar tazminatından sorumlu tutulması gerektiği gerekçesiyle davanın kısmen kabulü ile 361,57 TL’nin dava tarihinden itibaren 3091 sayılı Yasaya göre değişen oranda yasal faizi ile davalıdan tahsili ile davacıya verilmesine dair verilen karar, davacı vekilinin temyizi üzerine; Özel Dairece yukarda başlık bölümünde metni aynen yazılı olan karar ile bozulmuş; mahkemece, önceki gerekçeler tekrarlanarak direnme karar verilmiştir.

Direnme kararını davacı vekili temyize getirmektedir.

Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; taraflar arasında yapılan hizmet alım sözleşmesi gereğince davalı şirketin işçisine icra takibi soncu ödemede bulunan davacı kurulun davalı şirketten talep edebileceği rücuan tazminattan davalı işverenin kendi dönemi ile sınırlı olarak mı yoksa eşit olarak mı sorumlu olacağı noktasında toplanmaktadır.

Bu konuda, öncelikle mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu (BK)’nun teselsülü düzenleyen hükümlerinin incelenmesinde yarar bulunmaktadır:

Bilindiği üzere, müteselsil borçluluk, alacaklının, borcun tamamının ifasını birden çok borçludan ve dilediğinden isteyebildiği, borcun tamamı ifa edilinceye kadar borçluların hepsinin sorumlu olduğu bir borç ilişkisidir.

Müteselsil borçluluğun kaynağı BK’nun 141. maddesinde belirtilmiştir.

Maddeye göre, “Alacaklıya karşı, her biri borcun mecmuundan mesul olmağı iltizam ettiklerini beyan eden müteaddit borçlular arasında teselsül vardır.

Böyle bir beyanın fikdanı halinde teselsül ancak kanunun tayin ettiği hallerde olur.”

Madde hükmünden anlaşıldığı gibi, müteselsil borçluluk, ya bir hukuki işlemden ya da kanundan doğmaktadır. Maddenin 2. fıkrasında yer verilen kanuni teselsül, müteselsil borçluluğun doğrudan doğruya bir kanun hükmüne dayandığı, bizzat kanun koyucunun öngördüğü borçluluk halidir.

Haksız fiil halinde müteselsil sorumluluk hali ise 818 sayılı Kanun’un 50. maddesinde aşağıdaki şekilde düzenlenmiştir:

“Birden ziyade kimseler birlikte bir zarar ika ettikleri takdirde müşevvik ile asıl fail ve fer'an methali olanlar, tefrik edilmeksizin müteselsilen mesul olurlar. Hakim, bunların birbiri aleyhinde rücu hakları olup olmadığını takdir ve icabında bu rücuun şümulünün derecesini tayin eyler.

Yataklık eden kimse, vaki olan kardan hisse almadıkça yahut iştirakiyle bir zarara sebebiyet vermedikçe mesul olmaz.”

Aynı Kanun’un “Muhtelif Sebeplerin İçtimaı Halinde, Müteselsil Mesuliyet” başlıklı 51. maddesinde de:

“Müteaddit kimseler muhtelif sebeplere (haksız muamele, akit, kanun) binaen mes'ul oldukları takdirde haklarında birlikte bir zarar vukuuna sebebiyet veren kimseler hakkındaki hükümlere göre muamele olunur.

Kural olarak haksız bir fiili ile zarara sebebiyet vermiş olan kimse, en evvel, tarafından hata vaki olmamış ve üzerine borç alınmamış olduğu halde kanunen mes'ul olan kimse en sonra, zaman ile mükellef olur.” şeklinde düzenleme getirilmiştir.

Bu durumda; birden çok kişi, gerek haksız eylem, gerek sözleşme ve gerekse kanun kuralı gibi sebeplerden ve aynı zarar için zarara uğrayana karşı sorumlu iseler, bunlar arasında, bir zarara ortaklaşa sebep olanlar hakkındaki dönmeye (rücu) ilişkin kurallar uygulanır.
Kural olarak; en başta, haksız eylemiyle zarara yol açan sorumlu tutulur; en son olarak da kusuru olmaksızın ve sözleşme gereği sorumluluğu olmadığı halde kanun kuralı gereğince sorumlu tutulan kişiye başvurulur.

Birinci halde; birden fazla kişiler, müşterek kusurları ile zarara sebep olmuşlardır. Bu durumda zarara sebep olmuş olanlar arasında tam teselsül bulunduğundan söz edilir (BK. mad. 50). Aralarında tam teselsül olanlar, suçu işleyenle bu suça iştirak etmiş olanlar arasında fark gözetilmeksizin zarar görene karşı müteselsilen sorumlu durumundadırlar.

İkinci halde ise; birden fazla kişinin, müşterek kusurları ile sebep olmadıkları ancak zarardan çeşitli hukuki sebeplerle sorumlu tutuldukları durumda eksik teselsül (BK. mad. 51) söz konusudur.

Görülüyor ki, Borçlar Kanunu’nun 51. maddesinde, aynı Kanun’un 50. maddesine atıf yapılarak birden çok kimseler, değişik nedenlerle (haksız eylem, akit, kanun) sorumlu oldukları taktirde zarar gören tam teselsülde (dayanışmada) olduğu gibi (BK. mad.50/1) giderim isteğinin bir bölümünü veya tamamını, bu sorumlulardan birinden ya da bir kaçından dava açarak isteyebilecektir. Gerek öğretide ve gerekse uygulamada ayrık düşünce olmaksızın bu kural kabul edilmektedir. Daha açık bir ifadeyle, zarar gören eksik teselsülde de; tam teselsülde olduğu gibi tazminat borçlularından herhangi birine müracaat edebilir ve tazminatın tamamının ödenmesini isteyebilir. Bundan başka borçlulardan birinin yaptığı ödeme, ödenen miktar oranında diğerini de borçtan kurtarır ve daha sonra ödeyenin onlara karşı rücu (dönme) hakkı doğabilir.

Bu bağlamda ardıllık (Halefiyet-Subrogation) ile dönme (Rücu-Regress) arasında hukuki farklılıkları belirtmekte yarar vardır:

Başkasına ait bir borç nedeniyle alacaklıyı tatmin eden kişinin, onun haklarını kanunda belirtilen durumda ve tatmin ettiği oranda kendiliğinden elde etmesine ardıllık (halefiyet) denir. Dönme (rücu) hakkı ise başkasına ait borcu yerine getiren kişinin malvarlığında vücut bulan kaybı gidermeyi amaçlayan tazminat niteliğinde bir istem hakkıdır.

Gerçekte de; halefiyet ve rücu, aynı amaca, zarar görenin (alacaklının) tatmin edilmesine yönelik birbiri ile, çok yakından ilgili iki hukuksal kurum olarak görülmektedir. Nitekim; her ikisinde de, başkalarına ait borcu yerine getiren kişinin, asıl borçluya karşı bir alacak elde etmesi ve bu hakka dayanarak borçludan bir istemde bulunması bu sonucu doğrulamaktadır.

Bir borcu yerine getiren kimsenin alacaklının haklarına halef olabilmesi için halefiyetin kanunda açıkça öngörülmüş bulunması gerekir. Kanunda açıkça öngörülmediği sürece bir halefiyetin doğması mümkün değildir. Halefiyet kanununda belirtilmiş belirli durumlarda doğar. Diğer bir anlatımla, halefiyet halleri sınırlı sayıda olma (numerus clausus) kuralına bağlıdır. Kanunda açıkça öngörülmediği sürece bir halefiyetin doğması mümkün değildir.

Halefiyette, rücu hakkını kullanan kişi alacaklının yerine geçer, aynen alacaklının konumuna sahip olur. Bunun sonucu olarak örneğin alacaklının elinde, alacağı garanti eden ipotek gibi bir garanti varsa, zararı tazmin eden borçlu alacaklının haklarına halef olduğundan, bundan böyle bu teminat rücu alacağını garanti eder. Örneğin 818 sayılı Kanun’un 496. maddesinde kefil lehine tanınan halefiyette durum budur.

818 sayılı Kanun’un 50 ile 51. maddeleri arasında her iki müteselsil sorumluluğu birbirinden ayırmak için öğreti ve yargı kararlarında BK’nun 50. maddesine dayanan müteselsil sorumluluğun “tam teselsül”, anılan Kanun’un 51. maddesine dayanan müteselsil sorumluluğun ise “eksik teselsül” olduğu kabul edilmektedir.

Bu aşamada tam teselsül (BK. mad. 50'e dayanan müteselsil sorumluluk) ile eksik teselsül (BK. mad.51'e dayanan müteselsil sorumluluk) arasında yapılan ayrımın ve farkların önemini de vurgulamak yerinde olacaktır.

818 sayılı Kanun’un gerek 50, gerekse 51. maddelerinde müteselsil sorumluluk öngörülmüş bulunmakla birlikte, anılan iki madde arasındaki diğer hukuki farklılıkların şöyle anlatılması mümkündür.

BK’nun 50. maddesi; aynı zarardan dolayı birden fazla kişinin birlikte müteselsilen sorumlu tutulmalarını, birden fazla kişinin ortak kusurlarıyla zarara birlikte sebebiyet vermiş olmaları koşuluna bağlamıştır. Buna göre, birden fazla kişi aynı zarara ortak kusurlarıyla sebebiyet vermiş olmalıdırlar. BK’nun 51. maddesi ise bundan farklı olarak, aynı zarardan dolayı birden fazla kişinin birlikte müteselsilen sorumlu tutulmalarını birden fazla kişinin bu zarardan dolayı ortak kusurları nedeniyle değil; hukuksal nedenlerle sorumlu olmalarına bağlamıştır. Burada müteselsilen sorumlu tuttuğumuz kişilerin, sorumluluklarının sebepleri farklı hukuksal nedenlere dayanmaktadır. Bu açıklamalar karşısında BK’nun 51. maddesine dayanan müteselsilen sorumluluğun sebebi haksız fiil, kanun veya sözleşme nedeniyle birden fazla kişinin sorumlu tutulmasıdır.

Anılan Kanunun 51. madde hükmü; müteselsil sorumlu olan kişilerden birinin zararı tazmin etmesi halinde, diğerlerine rücu hakkını belli bir sıraya bağlamıştır. Buna göre, kanundan dolayı sorumlu tutulan kişi, sözleşme nedeniyle sorumlu kişi, haksız fiil nedeniyle sorumlu kişi sıralaması vardır. Haksız fiil nedeniyle sorumlu kişi zararı tazmin etmişse kimseye rücu edemeyecektir, sözleşme nedeniyle sorumlu kişi zararı tazmin etmişse, haksız fiil failine rücu edebilecek; kanundan dolayı sorumlu kişiye rücu edemeyecektir. Kanundan dolayı sorumlu kişi zararı tazmin etmişse, sözleşme nedeniyle sorumlu kişiyle haksız fiil failine rücu edebilecektir.

Öte yandan mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu'nun (BK) “Malvarlığının veya işletmenin devralınması” başlıklı 179.maddesi;

“Bir mameleki veya bir işletmeyi aktif ve pasifleriyle birlikte devralan kimse, bunu alacaklılara ihbar veya gazetelerde ilan ettiği tarihten itibaren onlara karşı mamelekin veya işletmenin borçlarından mesul olur; şu kadar ki, iki yıl müddetle evvelki borçlu dahi yenisiyle birlikte müteselsilen mesul kalır; bu müddet muaccel borçlar için ihbar veya ilan tarihinden ve daha sonra muaccel olacak borçlar için de muacceliyet tarihinden itibaren işlemeye başlar.

Borçların bu suretle naklinin hükümleri, tek bir borcun nakli akdinden doğan hükümlerin aynıdır.” düzenlemesini içermektedir.

Bu maddenin içinde; “müteselsil bir borç” ilişkisi vardır. Devir alan şirket, devir eden şirketin borçlarından ötürü sorumlu olduğu gibi, iki yıl müddetle evvelki borçlu (devreden) dahi, yenisi (devralan) ile birlikte müteselsilen sorumlu olur. Borçlar Kanunu'nun müteselsil borçlara ilişkin 141. maddesine göre, teselsülün kanun hükmünden doğduğu hallerde, kamu düzeni söz konusu olacağından tarafların iradeleriyle teselsülün ortadan kaldırılması hükümsüzdür (H. Öser/W. Scöhenenberger Borçlar Hukuku, Ankara, 1950, s. 905-906). Bu nedenle söz konusu müteselsil borç kanun hükmünden (BK m. 179’dan) doğduğundan, teselsülden kaynaklanan sorumluluğun dışlanması geçersizdir ve hukuki sonuç doğurmaz.

Müteselsil borcun özelliği, alacaklının alacağının tamamını veya bir kısmını müteselsil borçlulardan birinden veya hepsinden istemekte serbest olmasıdır (A.Von Tuhr, Borçlar Hukuku, İstanbul 1953, s. 845 vd).

Burada belirtilen sorumluluğun zamanı, devir anıdır. Devrin fiilen gerçekleştiği tarihte doğmuş ve nedeni vücut bulmuş borçlar, bu sorumluluğun kapsamında kalmaktadır. İşletmenin devirden önceki borcunun naklinin alacaklıya karşı hüküm ifade etmesi, kural olarak, BK. 173 ve 174.maddeleri gereğince alacaklının onamına bağlı ise de, 179.madde bu kurala bir istisna getirmiş, alacaklının rızasına gerek görülmeksizin borcun devir alana intikal ettiği kabul edilmiştir.

Somut olayda; davacı kurul temizlik işleri için davalı şirket ile 31 gün süreli hizmet alım sözleşmesi yaptığını, davalının çalıştırdığı işçilerden G...'ın iş aktinin fesh edilmesi üzerine davalı ile birlikte kendilerine işe iade davası açtığını, mahkemece davanın kabul edildiğini ve kararın Yargıtay denetiminden geçerek kesinleştiğini, akabinde işçi tarafından yapılan icra takibi nedeniyle 22.302,27 TL ödediğini belirterek bu bedelin ödeme tarihinden itibaren yasal faizi ile davalı şirketten tahsiline karar verilmesini istemiştir.

Davalı, davacı ile yapılan hizmet alım sözleşmesinin 31 gün süreli olduğunu bu sürenin sonunda işin biteceğinin ve sözleşmenin sona ereceğinin davacı ve işçi tarafından bilindiğini, işçinin işten çıkartılmasına davacının yol açtığını, davalı şirketten önceki değişik dönemlerde alt işverenler değişmesine rağmen davacı kurulun asıl işveren olarak dava dışı tazminatı ödenen işçileri çalıştırmaya devam ettiğini, asıl işveren olarak davacının sorumlu olması gerektiğini belirterek davanın reddini savunmuştur.

Yeri gelmişken belirtilmelidir ki, 4857 sayılı İş Kanunu'nun “Tanımlar” başlıklı 2. maddesinin 6. fıkrası,

“...Bu ilişkide asıl işveren, alt işverenin işçilerine karşı o işyeri ile ilgili olarak bu Kanundan, iş sözleşmesinden veya alt işverenin taraf olduğu toplu iş sözleşmesinden doğan yükümlülüklerinden alt işveren ile birlikte sorumludur.” düzenlemesini içermektedir.

Bu hüküm, mali açıdan güçsüz olan alt işverenlerin işçilerini ücret ve diğer hakları yönünden korumaya yönelik bir hükümdür.

Anılan madde uyarınca asıl işveren alt işverenin işçilerinin çalıştıkları işyeri ile ilgili İş Kanunu'ndan ve hizmet sözleşmesinden veya alt işverenin taraf olduğu toplu iş sözleşmesinden doğan yükümlülüklerinden alt işverenle beraber birlikte sorumlu olur. Kanunda geçen “birlikte” kavramının sorumluluk hukukunda düzenlenen kanundan doğan müteselsil sorumluluk olduğu doktrinde kabul edilmektedir (Çenberci, Mustafa: İş Kanunu Şerhi, s.120-121, Esener, Turhan: İş Hukuku, s.79, Uygur, Turgut: Temel Kavramlar, s.269, Çelik, Nuri: İş Hukuku, s. 46, Narmanlıoğlu, Ünal: Ferdi İş İlişkileri, s. 118, Tunçomağ/Centel, İş Hukukunun Esasları, s. 58, Süzek, Sarper: İş Hukuku, s. 42, Güzel, Ali: Asıl İşveren-Alt İşveren İlişkisi, s. 45, Aktaran: Aydınlı, İbrahim: Türk İş Hukukunda Alt İşveren İlişkisi ve Muvazaa Sorunu, Seçkin Yayınevi, Ankara, 2008, s.190-191).

Buna göre, somut uyuşmazlıkta müteselsil sorumlu olanlardan; davacı asıl işveren ile davalı alt işveren arasındaki hukuki ilişki hizmet akdine dayanmakta iken davacı asıl işverenin ile dava dışı işçi arasındaki hukuki ilişki 4857 sayılı İş Kanunu’nun 2. maddesinde düzenlenen “birlikte (müteselsil) sorumluluktan” kaynaklanmaktadır.

Eldeki davada, dava dışı işçinin Ankara 14. İş Mahkemesinin 2008/372E 2009/250K sayılı dosyasında açtığı işe iade davasında işçi G...’ın asıl işverenden alınan iş kapsamında ve değişen alt işverenlere ait işyerinde ara vermeden çalıştığından somut olayda işyerinin devri olduğu kabul edilerek işçi G...’ın işe iadesine ve davalı işveren tarafından süresi içinde işe başlatılmaması halinde ödenmesi gereken tazminatın 4 aylık ücret olduğuna ilişkin verilen karar Yargıtay denetiminden geçerek kesinleşmiştir.

Bu itibarla dava dışı işçi G...’a icra takibi sonucu işçilik alacaklarına ilişkin ödemede bulunan davacı kurulun davalı şirketten talep edebileceği rücuan tazminattan davalı alt işverenin bozma ilamında belirtilen %50’lik kısım için ancak kendi dönemi ile sınırlı olarak sorumlu tutulması gerekirken mahkemece davalı alt işverenin sadece ihbar tazminatı yönünden kendi dönemi ile sınırlı olarak sorumlu tutulmasına karar verilmesi doğru değildir.

Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmelerde bir kısım üyelerce; davacı asıl işverenin sorumluluğunun yasadan kaynaklandığı için işçiye ödeme yaptığını, alt işverenin ise akitten dolayı sorumlu olduğunu, eşit oranda sorumlu olamayacaklarını, davalı alt işverenin ancak kendi dönemi ile sorumlu olması gerektiğinden bu değişik gerekçe ile yerel mahkeme kararının bozulması gerektiği görüşü savunulmuşsa da, çoğunlukça bu görüş benimsenmemiştir.

O halde yukarıdaki ilave nedenlerle ve bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.


Sonuç: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda ve Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, 24.06.2015 gününde oyçokluğu ile, karar verildi. (¤¤)
T.C YARGITAY
17.Hukuk Dairesi
Esas: 2013 / 16667
Karar: 2015 / 2821
Karar Tarihi: 16.02.2015
ÖZET: Olayda işleten veya sürücü tam kusurlu olsalar bile, destekten yoksun kalan davacılar da zarar gören üçüncü kişi konumunda bulunduğundan, davalı sigorta şirketinin sorumlu olacağına göre, davalı vekilinin yerinde görülmeyen tüm temyiz itirazlarının reddiyle usul ve yasaya uygun bulunan hükmün onanması gerekir.(2918 S. K. m. 85) (6098 S. K. m. 51, 52, 53)

Dava ve Karar: Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın kabulüne dair verilen hükmün süresi içinde davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği düşünüldü:

Davacılar vekili, davalıya trafik sigortalı, müvekkillerinin desteği H. K.'nın sürücüsü olduğu aracın tek taraflı kaza yapması sonucu desteğin hayatını kaybettiğini belirterek ıslahla birlikte davacı eş S. için 91.976,14 TL, çocuk E. için 4.297,69 TL, çocuk K. için 8.883,72 TL, çocuk D. E. için 11.860,90 TL, çocuk H. için 14.839,98 TL destekten yoksun kalma tazminatının kaza tarihinden itibaren işleyecek avans faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı vekili, davacılar desteğinin kazanın oluşumunda tamamen kusurlu olduğunu, bu nedenle davacıların tazminat talep edemeyeceğini ileri sürerek davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, toplanan deliller ve benimsenen bilirkişi raporuna göre; davanın kabulü ile davacı S. için 91.716,14 TL, çocuk E. 4.297,69 TL, çocuk K. için 8.883,72 TL, çocuk D. E. için 11.860,90 TL, çocuk H. için 14.839,98 TL olmak üzere toplam 131.598,43 TL tazminatın dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsili ile davacılara verilmesine, karar verilmiş; hüküm, davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Dosya içerisindeki bilgi ve belgelere, mahkeme kararının gerekçesinde dayanılan delillerin tartışılıp, değerlendirilmesinde usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmamasına, davacıların ölenin salt mirasçısı sıfatıyla değil, destekten yoksun kalan üçüncü kişi sıfatıyla dava açtıklarına, ölüm nedeniyle doğrudan davacılar üzerinde doğan destekten yoksunluk zararının oluşumundaki kusurun davacılara yansıtılamayacağına; dolayısıyla araç sürücüsünün veya işletenin tam kusurlu olmaları halinde, desteğinden yoksun kalan davacıları etkilemeyeceğine; 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu ve Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası Genel Şartları’na göre, aracın zorunlu mali sorumluluk sigortacısı davalı sigorta şirketinin, işletenin üçüncü kişilere verdiği zararları teminat altına aldığına ve olayda işleten veya sürücü tam kusurlu olsalar bile, destekten yoksun kalan davacılar da zarar gören üçüncü kişi konumunda bulunduğundan, davalı sigorta şirketinin sorumlu olacağına (HGK'nun 15.6.2011 gün ve 2011/17-142 esas-411 karar, HGK'nun 22.2.2012 gün 2011/17-787 esas 2012/92 karar, 16.1.2013 gün ve 2012/17-1491 Esas 2013/74 Karar sayılı sayılı ve ilamları uyarınca) göre, davalı vekilinin yerinde görülmeyen tüm temyiz itirazlarının reddiyle usul ve yasaya uygun bulunan hükmün ONANMASINA ve aşağıda dökümü yazılı 6.742,09 TL kalan onama harcının temyiz eden davalıdan alınmasına 16.02.2015 gününde Üye E.S.Baydar'ın karşı oyu ve oyçokluğu ile karar verildi.

KARŞI OY

Uyuşmazlık, 2918 sayılı KTK.dan doğan, tehlike sorumluluğu nedeniyle işleten-sürücü vefatı halinde desteğinden yoksun kalanların tazminat taleplerinde, ölen desteğin müterafik kusurunun tazminattan indirim sebebi teşkil edip etmeyeceği, desteğin kusurunun araç ZMSS.ini düzenleyen sigorta şirketini ne şekilde etkileyeceğine ilişkindir.

Konu ile ilgili yasal düzenlemeler gözden geçirildiğinde;

6098 sayılı TBK.nun 51/1 maddesinde "Hakimin tazminatın kapsamını ve ödenme biçimini, durumun gereğini ve özellikle kusurun ağırlığını gözönüne alarak belirleyeceği",

TBK. 52/1 maddesinde "zarar görenin zararı doğuran fiile razı olması veya zararın doğmasında ya da artmasında etkili olması veya tazminat yükümlüsünün durumunu ağırlaştırması halinde hakim tazminatı indirebileceği veya tamamen kaldırabileceği",

TBK 53/3 maddesinde "ölenin desteğinden yoksun kalan kişilerin bu sebeple uğradıkları kayıpların" ölüm halinde uğranılan zararlardan bulunduğu,

2918 sayılı KTK 85/1 maddesinde "Bir motorlu aracın işletilmesinin bir kimsenin ölümüne veya yaralanmasına yahut bir şeyin zarara uğramasına sebep olması durumunda motorlu aracın bir teşebbüsün ünvanı veya işletme adı altında veya bu teşebbüs tarafından kesilen biletle işletilmesi halinde, motorlu aracın işleteni ve bağlı olduğu teşebbüsün sahibinin doğan zarardan müştereken ve müteselsilen sorumlu tutulacağı",

2918 sayılı KTK 85/son maddesinde " işleten ve araç işleticisi teşebbüs sahibinin, aracın sürücüsünün veya aracın kullanılmasına katılan yardımcı kişilerin kusurundan kendi kusuru gibi sorumlu", olduğu,

2918 sayılı KTK 86/2 maddesinde " sorumluluktan kurtulamayan işleten veya araç işleticisinin bağlı olduğu teşebbüs sahibinin, kazanın oluşumunda zarar görenin kusurunun bulunduğunu ispat ederse hakimin durum ve şartlara göre tazminat miktarını indirebileceği",

2918 sayılı KTK 91/1 maddesinde "İşletenlerin, bu Kanununun 85. maddesinin 1 fıkrasına göre olan sorumluluklarının karşılanmasını sağlamak üzere mali sorumluluk sigortası yaptırmalarının zorunlu" bulunduğu,

Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası Genel Şartlarının, "Sigortanın Kapsamı" başlıklı A.1 maddesinde "sigortacının poliçede tanımlanan motorlu aracın işletilmesi sırasında bir kimsenin ölümüne veya yaralanmasına veya bir şeyin zarara uğramasına sebebiyet vermiş olmasından dolayı 2918 sayılı KTK ya göre işletene düşen hukuki sorumluluğu zorunlu sigorta limitlerine kadar temin edeceği..." öngörülmüştür.

Destekten yoksunluk tazminatı, ölüm nedeniyle ortaya çıkan, miras hukukundan bağımsız, yansıma yolu ile uğranılan maddi zararın tazmini amacını güden bir taleptir.(Emre Gökyayla S:46 vd)

Kusursuz sorumlulukta tazminat belirlenirken aksi öngörülmemişse (TBK 49 vd) kusura dayanan sorumluluk hükümlerinin uygulanacağı doktrinde ve yargısal içtihatlarda benimsenmektedir. Tazminatta indirime sebep olan TKB 51, 52 madde hükümleri, kusursuz sorumluluk hallerinde takdir edilecek tazminatlarda da indirim sebebi teşkil edecektir (K.Oğuzman- T.Öz Borçlar Hukuk Genel Hükümler S:131, F.Eren Borçlar Hukuku Genel Hükümler S:7, 728, H.Nomer Haksız Fiil Sorumluluğundan maddi tazminatın belirlenmesi S:77).

Sorumluluğun tehlike esasına dayanmasında da müterafik kusurun indirime engel teşkil etmeyeceği, zarar görenin müterafik kusurunun dikkate alınacağı 2918 sayılı Yasanın 86/2 maddesinde de açıkça vurgulanmıştır.

TBK 52. maddesinde öngörülen müterafik kusur, zarar görenin zararın doğmasına veya artmasına yaptığı katkı olup mağdur, zarar veren şahsın hal ve mevkiini ağırlaştırdığı için hakim tazminatı indirmekte veya kaldırmaktadır.

Nitekim, Federal Mahkeme de sigorta şirketinin, ölen desteğin kazanın oluşumundaki kusur oranında ödemesi gereken tazminat tutarında indirimi uygulamıştır.

Bu noktada destekten yoksunluk tazminatının bağımsız hak niteliğinin, müterafik kusur uygulamasına etkisinin ne olduğu önem kazanmaktadır.

Destekten yoksun kalma tazminatının, destekten intikal eden bir hak olmaması, destekten yoksun kalma tazminatına ilişkin bir davada müterafik kusur nedeniyle tazminatın indirilmesi veya kaldırılmasına engel değildir. Bu açıdan bağımsızlık bulunmamaktadır. Bizzat ölenin tazminat talep etmiş olması halinde ortaya çıkacak hukuki sonuçtan daha farklı bir durum yaratılamaz. Desteğin fiil ve davranışları TBK 51, 52 maddesi gereğince destek görenlerin tazminat talepleri bakımından gözönünde tutulur (Gökyayla S.46).

Destekten yoksun kalma tazminatında müterafik kusurun dikkate alınmasında şu ölçütten hareket edilmelidir. Zarar gören, destek kendisi tazminat talep etme imkanına sahip olsaydı kusuru sebebiyle tazminatta indirim yapılacak idi ise, destek görenler lehine takdir edilecek tazminatta da indirim yapılmalıdır. Nasıl ki, desteğin ölümü sebebiyle meydana gelen zararın yansıma yolu ile destek görenleri etkilediği kabul ediliyorsa, desteğin tazminattan indirime sebep olacak davranışlarının da aynı şekilde destek görenlere yansıtılması kabul edilmelidir (Gökyayla S 252).

Diğer taraftan, zarar görenin kusurlu davranışı ile zararın ortaya çıkmasına veya artmasına sebebiyet vermesi halinde tazminat miktarının indirimine sebep olmasının temelinde dürüstlük kuralı bulunmaktadır. Bir kimsenin hem uğradığı zarara veya uğradığı zararın artmasına sebep olması, hem de bunun tamamını bir başkasından istemesi hukuki açıdan doğru değildir. Kişinin kendi kusurunun sonuçları başkasının sırtına yüklenemez(Gökyayla S.252 Nomer S.87). Aksinin düşünülmesi, dürüstlükle bağdaşmayacağı gibi çelişkili davranış yasağına da girmektedir.

Alman Hukukunda BGB 846 hükmü gereği, tehlike sorumluluğundan doğan bir haksız fiil sonucu yaralanan veya ölenin desteğinden yoksun kalan 3.kişilerin, tehlike sorumluluğu esaslarına göre sorumlu olan kişiye karşı yönelttikleri tazminat taleplerinde yaralanan veya ölenin birlikte kusuru dikkate alınmaktadır.

İsviçre Hukukunda desteğin kusurunun, destek görenlerin tazminat alacaklarını olumsuz yönde etkileyebileceğine ilişkin bir hüküm bulunmamakla birlikte, doktrinde tazminat miktarının belirlenmesinde mağdur-desteğin müterafik kusurunun mutlaka dikkate alınacağı kabul edilmektedir (Oser, Schönenberger, Das Obligationenrecht. Art 1-183).

İsviçre Fedaral Mahkemesi de, sigorta şirketinin mevcudiyeti halinde ölen desteğin kusurunun davacı tarafın tazminat miktarında evleviyetle dikkate alınacağını vurgulayarak sigorta yoluyla korumanın söz konusu olduğu hallerde sigorta şirketini genel hukuk normları üzerinde sorumlu tutmanın söz konusu olamayacağını, davalı sigorta şirketinin ölen desteğin müterafik kusuru oranında tazminat talebinden indirim isteyebileceğine hükmetmiştir (BGE 113 11 328, Prof. Dr. Saibe Oktay Özdemir - Hukuki Mütalaa).

Desteğin ölümü nedeniyle meydana gelen zararın yansıma yolu ile destek görenleri de etkilediği nasıl kabul ediliyorsa desteğin tazminattan indirime sebep olacak davranışların da aynı şekilde destek görenlere yansıyacağı (Gökyayla S.252, Tekinay-Akman- Burcuoğlu-Altop S.650) Türk Hukuk Doktrininde genelde kabul görmektedir.

Konunun ZMSS yönünden incelenmesinde de, 2918 Sayılı KTK 85/1, 91/1 ve ZMSS Genel Şartlarının A.1 maddesi hükümlerinden de anlaşıldığı üzere sigortacının (ZMSS) sorumluluğuna gidilebilmesi için;

A- Bir sigorta sözleşmesi bulunması,

B- Bir zararın gerçekleşmesi,

C- İşletenin 2918 Sayılı KTK 85/1 maddesine göre sorumlu olması gerekmektedir.

Zorunlu trafik sigortasında sigortacının sigorta sözleşmesinin gereği olarak zarar görene karşı sorumluluğundan söz edebilmek için işleten, motorlu aracın işletilmesinden KTK.85/1 maddesine göre (tehlike sorumluluğu) sorumlu olmalıdır. İşletenin sorumluluğunun bulunmadığı durumda sigortacının sorumluluğu da söz konusu değildir (Çetin Aşçıoğlu- Trafik Kazasından Doğan Hukuk ve Ceza Sorumlulukları 2008 baskı Sayfa 134).

Sorumluluk sigortası türlerinden biri olan Karayolları Motorlu Araçlar ZMSS.de sigorta ettiren durumunda olan işleten ve onun gibilerin, motorlu araçların neden oldukları zararlardan dolayı kendilerine düşen hukuki sorumluluğu sigortacı belirli limite kadar karşılamakla yükümlü olup, sigortacının sorumluluğu işletenin hukuki sorumluluğu ile eş değerdir. Sigortacı ondan fazlasından sorumlu değildir. Zira bir meblağ sigortası olmayan sorumluluk sigortası sadece olaydan zarar görenlerin gerçek zararlarını giderme ve zarardan sorumlu olan işleten ve onun gibilerin mal varlığındaki bu tazminat ödemesi nedeniyle oluşacak eksilmeyi önleme amacına yönelik bir pasif sigorta türüdür. Oluşan bir trafik kazası sonucu ölen işleten- sürücünün desteğinden yoksun kalan hak sahiplerinin sorumluluk sigortacısına karşı yöneltebilecekleri yansıma yolu ile oluşan zarar işletene karşı ileri sürülebilecek tutardan fazla ve ayrı olması mümkün değildir.

İşletenin trafik kazası sonucu ölümü durumunda kusurlu olsa dahi kendisinin desteğinden yoksun kalanlara tazminat yükümlülüğü doğmayacaktır (Işıl Ulaş, Uygulamalı Zarar Sigortaları Hukuku 8.baskı sayfa 941).

Sorumluluk sigortalarında destekten yoksun kalanın sigortacıya karşı doğrudan doğruya bir talep hakkı bulunmamaktadır. Zira bu tür sigortalarda sigorta ettiren kendi mamelekinde vukua gelecek muhtemel bir azalmayı teminat altına almaktadır. Burada riziko, sigorta ettirenin mamelekinde vukua gelecek eksilme ihtimalidir. Zarar gören lehine şart koşulan kimse durumunda olmadığından 3.şahsın sigortacıya karşı bir talep hakkı yoktur (Gürsoy-Sigorta Hukuku sayfa 154, Bozer- Sigorta sayfa 255, Tekinay-sayfa 106, Karayalçın-İşletme Kazaları sayfa 65).

Destekten yoksun kalma tazminatı taleplerinde ölenin davranışının müterafik kusur teşkil edip etmeyeceği, destekten yoksun kalanlara desteğin kusurunun yansıyıp yansımayacağı hususunda Yargıtay uygulamasına gelince;

Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, desteğin kusuru oranında tazminattan indirim yapılması gerektiği görüşünü sürdürmektedir (4 HD 2010/110825 E 2012/665 K sayı 23.1.2012 günlü karar).

Yargıtay 11.Hukuk Dairesi 2007 yılına kadar bir kısım kararlarında ölüm ile sonuçlanan trafik kazalarında destekten yoksun kalma tazminatı nedeni ile ZMSS'e başvurulması halinde tazminat miktarı tesbit edilirken zarar görenin müterafik kusuru oranında indirim yapılması gerektiği içtihat edilmişken bu tarihten sonraki bir kısım kararlarda davacıların 3.kişi olmaları nedeniyle miras hukukundan bağımsız olan destekten yoksun kalma tazminatı istemlerinde desteğin kusurunun tazminattan indirim neden olmaması ilkesi benimsenmiş, daha sonra 2008 ve 2009 yılında verilen kararlarda yine destekten yoksun kalma tazminatlarında mülga BK 44/1 maddesinin uygulanması gereğine değinilmiş, Dairenin bu yöndeki uygulaması iş bölümü nedeni ile bu nitelikteki davalarda görevinin sona erdiği 2009 yılına kadar devam etmiştir.

Yargıtay 17.Hukuk Dairesi de ZMSS.nin taraf olduğu destekten yoksun kalma tazminatına ilişkin davalarda iş bölümü nedeniyle görevlendirildiği 2008 yılından itibaren Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 15.6.2011 gün ve 2011/17-142 Esas 411 Karar sayı ve 22.2.2012 gün 2011/17-787 Esas 2012/92 Karar sayılı kararlarına kadar destekten yoksun kalma tazminatlarında mülga BK 44/1 maddesi hükümlerini uygulayarak Yargıtay 11 Hukuk Dairesinin bu yöndeki son uygulamasını sürdürmüş, daha sonra HGK kararları doğrultusunda desteğin kusurunun tazminattan indirim nedeni olamayacağı yönünde kararlar vermiş olup Dairece halen uygulama bu yönde devam ettirilmektedir.

Hukuk Genel Kurulunun yukarıda tarih ve sayıları belirtilen kararlarında ve daha sonraki bir kısım kararlarında trafik kazasında tam veya kısmı kusurlu sürücünün desteğinden yoksun kalanların ZMSS.den müterafik kusur indirimi yapılmaksızın destekten yoksun kalma tazminatı isteyebilecekleri yönündedir.

Somut uyuşmazlığa dönüldüğünde;

Davalıya ZMSS poliçesi ile sigortalı aracın işleteni ve aynı zamanda sürücüsünün araçla geçirdiği ve 8/8 oranında kusurlu bulunduğu trafik kazası sonucu vefatı üzerine desteğinden yoksun kaldıklarını iddia eden davacılar tarafından davalı ZMSS aleyhine destekten yoksun kalma tazminatı davası açılmış,

Davalı davanın reddi savunmuş,

Yargılama sonucunda mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş,

Kararın davalı vekilince temyizi üzerine sayın çoğunluk görüşü doğrultusunda yazılı gerekçe ile yerel mahkeme kararı onanmıştır.
Sayın çoğunluğun onama gerekçesine katılamıyorum.

Tehlike sorumluluğunda tazminatın tayini kusur sorumluluğundaki kurallara bağlı bulunduğundan TBK 52/1 maddesinde öngörülen desteğin müterafik kusuru tazminatın tayininde dikkate alınmalıdır.

Destekten yoksun kalma tazminatının miras hukukundan ayrı, bağımsız bir hak olması, desteğin müterafik kusurunun ileri sürülmesine engel değildir. Desteğin kendisinin talep etmesi halinde nasıl müterafik kusur tazminattan indirimi gerektiriyorsa, yansıma yoluyla zarara uğrayan davacılar yönünden de aynı şekilde desteğin kusurunun kendilerine yansıması, bu nedenle sigorta şirketine karşı ileri sürülen tazminattan müterafik kusur nedeniyle indirim yapılmasını gerektirir.

Sigorta ettiren ve sürücünün kusuru nedeniyle işleten ve sürücüsü olduğu araçta vefat eden desteğin TBK 52/1 maddesi gereğince yansıyan kusur nedeniyle işletenin desteğinden yoksun kalan davacılar 2918 sayılı yasanın 91/ilk maddesi gereğince işletenin hukuki sorumluluğunu üstlenen davalı ZMSS'den tazminat talep edemeyeceklerdir.

Aksi düşüncenin kabulü hukuk düzeni içinde kendi ölümünden sorumlu olmayan desteğin, destek olduğu kişilere karşı sorumluluğunun devam ettirilmesi anlamına gelmektedir ki bu durumda destek görenlerin ölenin mirasçılarına karşı bu talep hakkını yöneltmelerine imkan vermek gibi kabul edilemez bir durum ortaya çıkmaktadır. (Prof. Dr. Saibe Oktay Özdemir- Hukuki Müteala)

Diğer taraftan amacı, kaynakları ve giderleri 5684 sayılı Sigortacılık Kanununda belirlenen, bu yasa kapsamında faaliyet gösteren bir özel hukuk tüzel kişisi olan davalı sigorta şirketini Sosyal Güvenlik Kurumu gibi görmek, kamu kurumu niteliği tanımak da sigorta hukuku ilkelerine aykırıdır.


Açıklanan yasal düzenlemeler, bilimsel görüşler ve yargı kararları karşısında davalı sigorta şirketinin temyiz isteminin kabulü ile dava red edilmek üzere yerel mahkeme kararının bozulmasına karar verilmesi gerekirken onanmasına ilişkin sayın çoğunluk görüşüne karşıyım. (¤¤)
T.C YARGITAY
17.Hukuk Dairesi
Esas: 2013 / 2718
Karar: 2014 / 781
Karar Tarihi: 23.01.2014
ÖZET: Somut olayda zararı doğuran kazanın meydana geldiği yer ile ilgili kesin bir belirleme yapılmamış, dosya kapsamındaki belgelerde kaza yerinin tarla olarak geçtiği görülmüştür. Davacı ise tarlalar arasında geçişi sağlayan bir yol olduğunu ileri sürmektedir. Karayolu tanımı 2918 sayılı yasanın 2. 3 maddelerinde yapılmıştır. O halde, mahkemece kaza yerinin 2918 sayılı yasada sayılan, karayolu ya da bağlantı yolu olup olmadığının belirlenmesi için, keşif de yapılmak suretiyle bir karar verilmesi gerekirken, karar verilmesi doğru olmamış, kararın bu nedenle bozulması gerekmiştir.(2918 S. K. m. 2, 3, 85)

Dava: Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın reddine dair verilen hükmün süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği düşünüldü:

Karar: Davacı vekili, davalının trafik sigortacısı olduğu aracın neden olduğu kazada müvekkilinin desteğinin hayatını kaybettiğini ileri sürerek 8.000,00 TL destekten yoksun kalma tazminatının davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, iddia, savunma ve benimsenen bilirkişi raporuna göre kazanın karayolunda ya da yasada sayılan yerlerden birinde meydana gelmediği, bu nedenle zararın teminat dışında olduğu gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiş; hüküm, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Dava, destekten yoksun kalma tazminatı istemine ilişkin olup, davalı sigorta şirketi kazaya neden olan traktörün (biçerdöver makinesi) zorunlu mali mesuliyet sigortacısıdır. Davalı vekili yargılama konusu kazanın karayolunda gerçekleşmediğini, bu nedenle oluşan zararın sigorta teminatı kapsamında bulunmadığını savunmuştur. Kural olarak, kaza sonucu oluşan zararın sigorta teminatı kapsamında olması için, kazanın karayolunda olması gerekmektedir. Karayolu dışında olan bir kaza nedeniyle 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun 85’inci maddesi hükmüne göre işleten sorumlu olmayacağı gibi aracın trafik zorunlu mali mesuliyet sigortacısı da sorumlu tutulamayacaktır. Somut olayda zararı doğuran kazanın meydana geldiği yer ile ilgili kesin bir belirleme yapılmamış, dosya kapsamındaki belgelerde kaza yerinin tarla olarak geçtiği görülmüştür. Davacı ise tarlalar arasında geçişi sağlayan bir yol olduğunu ileri sürmektedir. Karayolu tanımı 2918 sayılı yasanın 2. 3 maddelerinde yapılmıştır. O halde, mahkemece kaza yerinin 2918 sayılı yasada sayılan, karayolu ya da bağlantı yolu olup olmadığının belirlenmesi için, keşif de yapılmak suretiyle bir karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde karar verilmesi doğru olmamış, kararın bu nedenle bozulması gerekmiştir.


Sonuç: Yukarıda açıklanan nedenlerle davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün davacı yararına bozulmasına ve peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davacıya geri verilmesine 23.01.2014 gününde oybirliği ile, karar verildi. (¤¤)
T.C YARGITAY
23.Hukuk Dairesi
Esas: 2015 / 6599
Karar: 2015 / 5916
Karar Tarihi: 16.09.2015
ÖZET: Temerrüt faizinin, yasal faiz oranından fazla alınması taraflarca kararlaştırılabilir. Anılan maddeler birlikte değerlendirildiğinde kooperatif genel kurulunca belirlenen aidatların ödenmesinde gecikme durumunda alınacak temerrüt faizinin yasal temerrüt faiz oranından daha fazla miktarda kararlaştırılabileceği anlamı çıkmaktadır. Ancak taraflar, uygulanacak faizi oranını, belirlerken, 6098 sayılı TBK’nın 120/2. maddesinde öngörülmüş olan sınırlamayı dikkate alınmak zorundadır. Hüküm bozulmuştur.(6098 S. K. m. 88, 117, 120) (1163 S. K. m. 42) (818 S. K. m. 101) (6101 S. K. m. 7) (3095 S. K. m. 2)

Dava ve Karar: Taraflar arasındaki itirazın iptali davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın kabulüne yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davalı tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü.

Davacı vekili müvekkili kooperatifin alacağını tahsil amacıyla Edremit 2. İcra Müdürlüğü'nün 2013/1151 E. sayılı dosyasıyla borçlu hakkında ilamsız icra takibi başlattığını, borçlunun müvekkile borçlu olmadığı iddiasıyla borca itiraz ettiğini, bu nedenle takibin durdurulduğunu, davalının müvekkili olan kooperatife aidat borcu bulunduğunu, kooperatif kayıt ve belgelerinde bu hususun açık olduğunu, kooperatif genel kurul kararlarında miktar ödeme zamanı ve gecikme durumunda uygulanacak faizin açıkca belirtildiğini, borçlunun itirazının haksız ve kötü niyetli yaptığını, haksız itirazın kaldırılmasını ve %20 icra inkâr tazminatına hükmedilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı açılan davaya yetki itirazında bulunmuş, ayrıca davacı Kooperatifçe talep edilen borcun hiçbir hukuki dayanağının bulunmadığını, davacı kooperatif yetkililerinin genel gider adı altında talep etmiş olduğu ödemeleri zamanında yaptığı bu nedenle de borcu bulunmadığını savunarak, davanın reddine karar verilmesini istemiştir.

Mahkemece iddia savunma, bilirkişi raporu ve dosya kapsamına göre; davacı kooperatife ait ticari defter ve kayıtlar üzerinde yapılan inceleme neticesinde alınan bilirkişi raporuna göre davalının davacıya 18.728,28 TL borcu olduğu, bu nedenle davanın kabulü ile alacağın likit alacak olması nedeniyle takibe konu alacak miktarı olan 11.140,48 TL nin %20'si olan 2228,09 TL icra inkâr tazminatın davalıdan alınarak davacıya ödenmesine karar verilmiştir.

Kararı, davalı temyiz etmiştir.

1- Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle gerektirici sebeplere, delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre, davalı vekilinin aşağıdaki bent kapsamı dışında kalan diğer temyiz itirazları yerinde görülmemiştir.

2- Dava, aidat alacağının tahsili amacıyla başlatılan takibe vaki itirazın iptali istemine ilişkindir. 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren yürürlüğe girmiş olup, Türk Borçlar Kanunu'nun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkındaki 6101 sayılı Kanunu'nun 7. maddesinde "Türk Borçlar Kanunu'nun kamu düzenine ve genel ahlâka ilişkin kuralları ile geçici ödemelere ilişkin 76. faize ilişkin 88., temerrüt faizine ilişkin 120. ve aşırı ifa güçlüğüne ilişkin 138. maddesi görülmekte olan davalarda da uygulanır. " hükmüne yer verilmiştir.

6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu'nun 88. maddesindeki "Faiz ödeme borcunda uygulanacak yıllık faiz oranı, sözleşmede kararlaştırılmamışsa faiz borcunun doğduğu tarihte yürürlükte olan mevzuat hükümlerine göre belirlenir. Sözleşme ile kararlaştırılacak yıllık faiz oranı, birinci fıkra uyarınca belirlenen yıllık faiz oranını yüzde elli fazlasını aşamaz." hükmünü içermesinin yanı sıra, temerrüt faizine ilişkin 120. maddesinde de aynen; "Uygulanacak yıllık temerrüt faizi oranı, sözleşmede kararlaştırılmamışsa, faiz borcunun doğduğu tarihte yürürlükte olan mevzuat hükümlerine göre belirlenir. Sözleşme ile kararlaştırılacak yıllık temerrüt faizi oranı, birinci fıkra uyarınca belirlenen yıllık faiz oranının yüzde yüz fazlasını aşamaz. Akdi faiz oranı kararlaştırılmakla birlikte sözleşmede temerrüd faizi kararlaştırılmamışsa ve yıllık akdi faiz oranı da birinci fıkrada belirtilen faiz oranından fazla ise, temerrüt faizi oranı hakkında akdi faiz oranı geçerli olur." düzenlemesine yer verilmiştir.

Somut olay bakımından, kooperatif genel kurullarında kararlaştırılan faiz oranının anılan yasal düzenlemedeki yerine gelince; para borçları açısından borçlu temerrüdüne bağlanan sonuçlardan birisi, temerrüt faizi ödeme yükümlülüğüdür. Temerrüt faizi borçlunun para borcunu zamanında ödememesi ve temerrüde düşmesi üzerine kanun gereği kendiliğinden işlemeye başlayan ve temerrüdün devamı müddetince varlığını sürdüren bir karşılık olması itibariyle, zamanında ifa etmeme olgusuyla doğrudan bir bağlantı içindedir. 1163 sayılı Kooperatifler Kanunu'nun 42. maddesine göre genel kurul bütün üyeleri temsil eden en yetkili organdır ve kanun veya anasözleşme ile genel kurula tanınmış olan konular hakkında karar verme yetkisi vardır. Konut Yapı Kooperatifi Tip Anasözleşmesi'nin 23/1. maddesinin 6. bendi uyarınca ortaklardan tahsil edilecek taksit miktar ve ödeme şartları ile gecikme halinde uygulanacak esasları tespit etmek genel kurulun yetkisi dahilindedir.

Genel kurulca, ödeme günü belirlenerek, (belirlenmemişse ayın sonu ödeme günü olup) aidatın süresinde ödenmesine, süresinde ödenmemesi halinde ise temerrüt faizi uygulanmasına ilişkin alınan kararın kesinleşmesi halinde, bu kararın tüm ortakları bağlayacağı açıktır. Genel kurul kararları, üyeler ile kooperatif arasında yapılmış bir sözleşme niteliğinde olup, kooperatif ve üyeler arasında ayrıca faiz oranları ile ilgili sözleşme yapılmasına gerek yoktur. Ayrıca genel kurullarca kararlaştırılan faiz oranları daha sonraki yıllarda değiştirilmediği ve iptal edilmediği sürece genel kurula katılmasa dahi tüm üyeleri bağlar. Bu durumda, 818 sayılı Borçlar Kanunu (BK)’nun 101/2. (6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 117.) maddesi hükmü karşısında, genel kurulun belirlediği tarih kesin vade olup, üyenin bir ihtarla ayrıca temerrüde düşürülmesine gerek kalmadan, borcun ifasının istenebileceği kuşkusuzdur. Anapara faizi ise, borçlunun henüz temerrüde düşmeden ödemesi gereken sözleşmeyle kararlaştırılan faizdir. Bu durumda, kooperatif genel kurullarında kararlaştırılan faiz oranı, TBK' nın 88. maddesinde düzenlenen anapara faizi olmayıp, 120 nci maddede düzenlenen temerrüt faizine ilişkindir. Kooperatif ile üyesi arasında ticari ilişki bulunmadığından yasal oranda temerrüt faizi uygulanmalıdır. 3095 sayılı Kanuni Faiz ve Temerrüt Faizine İlişkin Kanun' un 2/1. maddesi gereğince, bir miktar paranın ödenmesinde temerrüde düşen borçlu, sözleşme ile aksi kararlaştırılmadıkça, geçmiş günler için 1. maddede belirlenen yasal faiz oranına göre temerrüt faizi ödemeye mecburdur.

Maddenin açık ifadesinden de anlaşılacağı üzere temerrüt faizinin, yasal faiz oranından fazla alınması taraflarca kararlaştırılabilir. Anılan maddeler birlikte değerlendirildiğinde kooperatif genel kurulunca belirlenen aidatların ödenmesinde gecikme durumunda alınacak temerrüt faizinin yasal temerrüt faiz oranından daha fazla miktarda kararlaştırılabileceği anlamı çıkmaktadır. Ancak taraflar, uygulanacak faizi oranını, belirlerken, yukarıdaki paragrafta belirtilen 6098 sayılı TBK’nın 120/2. maddesinde öngörülmüş olan sınırlamayı dikkate alınmak zorundadır.

Somut olayda, davaya konu dönemler için aidat borcu ve faiz oranı kooperatif genel kurul kararlarıyla belirlendiğinden ve genel kurul kararları da sözleşme niteliğinde olduğundan davacının takip konusu alacak kalemlerine uygulanması gereken azami faiz oranı TBK’nın 120/2. maddesinde düzenlenmiş yıllık temerrüt faiz oranı olup, davacı kooperatifin genel kurullarında kabul edilmiş temerrüt faiz oranı, faiz borcunun doğduğu tarihte yürürlükte olan mevzuata yani 3095 sayılı Kanuni Faiz ve Temerrüt Faizine İlişkin Kanun'un 2/1. maddesine göre belirlenen yasal faiz oranının yüzde yüz fazlasını aşamayacaktır.

Bu durumda, mahkemece, anılan yasal düzenleme bu açıklamalar çerçevesinde somut olay bakımından değerlendirilerek, işlemiş ve işleyecek temerrüt faizi oranı ve miktarı bakımından, kooperatif kayıt ve belgeleri incelenmek suretiyle bilirkişiden denetime elverişli ek rapor alınarak sonucuna göre bir karar verilmek üzere hükmün bozulması gerekmiştir.


Sonuç: Yukarıda (1) numaralı bentte açıklanan nedenlerle, davalı vekilinin diğer temyiz itirazlarının reddine, (2) numaralı bentte açıklanan nedenlerle, davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün, davalı yararına BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde iadesine, karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 16.09.2015 tarihinde oybirliği ile, karar verildi. (¤¤)
T.C YARGITAY
15.Hukuk Dairesi
Esas: 2014 / 2124
Karar: 2015 / 1172
Karar Tarihi: 04.03.2015
ÖZET: Mahkemece zamanaşımı itirazı reddedilerek işin esasının incelenmesi gerekir iken, aksine düşüncelerle hukuki yorumda hataya düşülerek davanın zamanaşımından reddine karar verilmesi doğru olmamış, kararın bu nedenlerle bozulması gerekmiştir.(818 S. K. m. 125, 126, 128, 363, 364) (6098 S. K. m. 90, 149, 479)

Dava ve Karar: Yukarıda tarih ve numarası yazılı hükmün temyizen tetkiki davacı vekili tarafından istenmiş ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla dosyadaki kağıtlar okundu gereği konuşulup düşünüldü:

Dava, eser sözleşmesinden kaynaklanan alacak talebine ilişkin olup, davacı şirket yüklenici, davalı idare ise, iş sahibidir.

Davacı şirket vekili; müvekkili şirketin davalı hastahaneye değişik tarihlerde dolap ve tezgah temin edip montajını yaptığını ve toplam 41.035,00 TL bedelli 4 adet fatura düzenlediğini, davalının müvekkili şirkete toplam 22.390,00 TL ödeme yaptığını, kalan kısmı ödemediğini, ödenmeyen bedelin tahsilini talep ve dava etmiş, davalı idare vekili ise cevabında; davanın zamanaşımına uğradığını, davacının herhangi bir hak ve alacağının bulunmadığını savunmuş, mahkemece yapılan yargılama sonucunda davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmiş, verilen karar davacı vekili tarafından süresinde temyiz edilmiştir.

Uyuşmazlık zamanaşımının gerçekleşip gerçekleşmediğine ilişkindir. Genel olarak zamanaşımı, bir hakkın kazanılmasında veya kaybedilmesinde kanunun öngördüğü sürenin dolmasıdır Zamanaşımı, alacak hakkının belli bir süre kullanılmaması yüzünden dava edilebilme niteliğinden yoksun kalabilmesini ifade eder. Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere zamanaşımı, alacak hakkını sona erdirmeyip sadece onu “eksik bir borç” haline dönüştürür ve alacağın dava edilebilme özelliğini ortadan kaldırır. Zamanaşımı süresi, alacağın muaccel olduğu tarihten itibaren başlar. Alacağın muaccel olmasının bir bildirime bağlı olduğu hallerde, zamanaşımı bu bildirimin yapılabileceği günden itibaren işlemeye başlar. 818 sayılı mülga Borçlar Kanunu'nun 128. maddesinde getirilen bu düzenleme 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu'nun 149. maddesinde de dili sadeleştirilmek suretiyle korunmuştur. Buradan kolayca anlaşılabileceği üzere, zamanaşımı süresinin başlangıç tarihinin belirlenmesi bakımından alacağın muaccel olduğu tarihin net bir şekilde belirlenmesi zorunlu ve önemlidir. 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu'nun 90. maddesinde "İfa zamanı taraflarca kararlaştırılmadıkça veya hukuki ilişkinin özelliğinden anlaşılmadıkça her borç, doğumu anında muaccel olur." hükmüne yer verilmiştir. Bu nedenle, kural olarak her borcun doğumu anında muaccel olduğu kabul edilmelidir.
Zamanaşımı ile ilgili genel açıklamalardan sonra; eser sözleşmelerinden kaynaklanan iş bedelinin tahsili talepli davalarda zamanaşımı süresinin başlangıcının eserin teslim edilip edilmemesine ve sözleşmenin feshedilip edilmemesi haline bağlı olarak değiştiği gözden uzak tutulmamalıdır. Gerek mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu'nun 364. maddesinde, gerekse 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu'nun 479. maddesinde eser sözleşmelerinde iş sahibinin edimini oluşturan iş bedelinin muacceliyeti teslim şartına bağlanmıştır. Bu nedenle, eser sözleşmelerinden kaynaklanan iş bedelinin tahsili talepli davalarda, zamanaşımı süresinin işin yüklenici tarafından iş sahibine teslim edildiği tarihten itibaren başladığı kabul edilmektedir. Dairemizin yerleşmiş uygulamalarında kabul edildiği ve 30.11.2011 tarih ve 2011/6282-7054 Esas ve Karar sayılı ilamında net bir şekilde “Eser sözleşmelerinde zamanaşımının başladığı tarih, eserin sözleşmesine uygun biçimde teslim edildiği tarihtir.” ifadesine yer verilmek suretiyle vurgulandığı üzere zamanaşımı, teslimden itibaren başlar.

İş bedelinin tahsili amaçlanan davalarda zamanaşımının teslimden başlayacağı hususunda yapılan açıklamalardan sonra zamanaşımı süresinin ne kadar olduğu hususu da açıklanmalıdır. 818 sayılı mülga Borçlar Kanunu'nun 363. maddesinde “Yapılan şeyin kusurlu olmasından dolayı iş sahibinin haiz olduğu haklar, müşterinin haklarının tabi olduğu müruruzaman hükmüne tabidir. Fakat gayrimenkul inşaata müteallik kusurlardan dolayı iş sahibinin müteahhide ve inşaata iştirak eyleyen mimar ve mühendise karşı mütalebesi, tesellüm zamanından itibaren beş senelik müruru zamana tabidir.”, 6763 sayılı Kanun'un 41. maddesi ile değişik 126/IV fıkrasında ise, “...müteahhidin kasıt veya ağır kusuru ile akdi hiç veya gereği gibi yerine getirmemiş ve bilhassa ayıplı malzeme kullanmış veya ayıplı bir iş meydana getirmiş olması sebebiyle açılacak davalar hariç olmak üzere istisna akdinden doğan bütün davalar 5 yıllık zamanaşımı süresine tabidir.” hükümlerine yer verilmiştir.

818 sayılı mülga Borçlar Kanunu'nun 126/IV maddesi kapsamında değerlendirme yapılacak olursa, kural olarak eser sözleşmelerinden kaynaklanan davalarda zamanaşımı süresi 5 yıldır. Bu kapsamda, yüklenici tarafından iş sahibi aleyhine açılan iş bedelinin tahsili istemli davalarda 5 yıllık zamanaşımı süresi uygulanacaktır. Yüklenicinin kast veya ağır kusuru ile akdi hiç veya gereği gibi yerine getirmemiş ve özellikle ayıplı malzeme kullanmış veya ayıplı bir iş meydana getirmiş olması sebebiyle açılacak davalarda 5 yıllık zamanaşımı süresi değil, 818 sayılı mülga Borçlar Kanunu'nun 125. maddesi uyarınca 10 yıllık zamanaşımı süresi uygulanacaktır.

Tüm bu genel açıklamalardan sonra somut olaya gelince; davacının da kabulünde olduğu üzere, davacı yüklenici tarafından yükümlenen eserler, 18.06.2007 tarihi ile 18.07.2007 tarihleri arasında davalı idareye teslim edilmiştir. Teslimden sonra hakedilen iş bedeline ilişkin eldeki dava ise, karar başlığında maddi hata sonucu yazıldığı anlaşılan 11.07.2012 tarihinde değil, harcın yatırıldığı tarih olan 29.03.2011 tarihinde açılmıştır. Bu süreler nazara alındığında teslimden itibaren kanunda öngörülen 5 yıllık süreler geçirilmeden dava açılmış olup, zamanaşımı söz konusu değildir. Mahkemece zamanaşımı itirazı reddedilerek işin esasının incelenmesi gerekir iken, aksine düşüncelerle hukuki yorumda hataya düşülerek davanın zamanaşımından reddine karar verilmesi doğru olmamış, kararın bu nedenlerle bozulması gerekmiştir.


Sonuç: Yukarıda açıklanan nedenlerle davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün davacı yararına bozulmasına, ödediği temyiz peşin harcının istek halinde temyiz eden davacıya geri verilmesine, karara karşı tebliğ tarihinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme isteminde bulunulabileceğine 04.03.2015 gününde oybirliği ile karar verildi. (¤¤)
T.C YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu
Esas: 2013 / 15-169
Karar: 2013 / 1365
Karar Tarihi: 18.09.2013
ÖZET: İcra takibinde bulunulması zamanaşımını kesen sebepler arasında yer almakta olup, davacı tarafından takibin yapıldığı tarih itibariyle henüz beş yıllık zamanaşımı süresi dolmamış bulunmaktadır. Az yukarda da bahsedildiği üzere, icra takibinde dosyanın işlemden kaldırılması halinde takip derdest kalmaya devam edeceğinden, takibin yapıldığı tarihte işlemekte olan zamanaşımı süresi kesilmiştir. Bu nedenle, mahkemenin icra takibinde dosyanın işlemden kaldırılması ile zamanaşımını kesici etkisinin ortadan kalktığı yönündeki direnmesi yerinde değildir.(818 S. K. m. 60, 62, 66, 74, 125, 126, 127, 128, 129, 130, 131, 132, 133, 134, 135, 136, 137, 138, 139, 140, 355) (6098 S. K. m. 78, 90, 146, 147, 148, 149, 150, 151, 152, 153, 154, 155, 156, 157, 158, 159, 160, 161) (4721 S. K. m. 639) (6100 S. K. m. 118) (2004 S. K. m. 78) (YHGK. 15.05.2013 T. 2012/13-1395 E. 2013/703 K.) (15. HD. 04.05.2012 T. 2012/2360 E. 2012/3109 K.)

Dava: Taraflar arasındaki “alacak” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Sincan 1. Sulh Hukuk Mahkemesi'nce davanın reddine dair verilen 29.12.2011 gün ve 2011/89 E.-2011/1447 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 15. Hukuk Dairesi'nin 04.05.2012 gün ve 2012/2360 E.-2012/3109 K. sayılı ilamı ile;

(... Dava eser sözleşmesinden kaynaklanan alacak istemine ilişkindir. Mahkemece davanın zamanaşımı nedeniyle reddine dair verilen karar davacı vekilince temyiz edilmiştir.

Yanlar arasındaki uyuşmazlık eser sözleşmesinden kaynaklandığından yüklenici tarafından açılacak alacak davası Borçlar Kanunu'nun 126/IV. maddesi hükmünce 5 yıllık zamanaşımı süresine tabîdir. Aynı Kanun'un 128. maddesi gereğince zamanaşımı süresi alacağın muaccel olduğu tarihten itibaren işlemeye başlar. BK'nın 133/II. maddesinde icra takibinin yapılmasıyla zamanaşımının kesileceği kabul edilmiştir. Zamanaşımı kesilmesi halinde o tarihten itibaren yeniden alacağın tabî olduğu zamanaşımı süresi işlemeye başlayacaktır.

Somut olayda eserin teslim tarihi kesin olarak saptanamamakla birlikte mahkemenin de kabulünde olduğu gibi en geç davalı defterlerine kaydedildiği 31.12.2003 tarihinde teslim edildiği ve alacağın bu tarihte muaccel olduğu kabul edildiği takdirde BK'nın 126/IV. maddesinde öngörülen 5 yıllık zamanaşımı süresi 31.12.2008 tarihinde dolmuş ise de; davacının aynı alacakla ilgili Sincan 5. İcra Müdürlüğü'nün 2007/413 Esas sayılı dosyasında icra takibi yaptığı 12.09.2007 tarihi itibariyle BK'nın 133/II. maddesine göre zamanaşımı süresi kesilmiş ve bu tarih itibariyle 5 yıllık yeni süre işlemeye başlamış ve 17.01.2011 dava tarihinde 5 yıllık zamanaşımı süresi dolmamıştır. İcra dosyasının işlemden kaldırılmış olması takibin yapılmamış olduğu sonucunu doğurmayacağından zamanaşımının kesici etkisini kaldırmaz.

Bu durumda dava tarihi itibariyle kesilip yeniden işlemeye başlayan zamanaşımı süresi geçmediğinden buna yönelik def'in reddi ile işin esasına girilerek sonucuna uygun bir karar verilmesi gerekirken yanlış değerlendirme ile zamanaşımından ret kararı verilmesi doğru olmamış, kararın bozulması uygun bulunmuştur...),

Gerekçesiyle, bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Karar: Dava, eser sözleşmesinden kaynaklanan alacak istemine ilişkindir.

Davacı vekili, davalı ile müvekkili arasında davalıya ait konut inşaatının kablo çekimi, boş pano montajı ile montaja hazır hale getirme işi konusunda sözleşme imzalandığını, müvekkilinin sözleşme ile yüklendiği edimini yerine getirmesine rağmen davalının ödemesi gereken bedelin bir kısmını ödemediğini belirterek, 7.700,00 TL bakiye alacağın 13.08.2003 tarihinden itibaren işleyecek ticarî faiziyle davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili, müvekkili kooperatif ile davacı arasında elektrik tesisatı yapımı hususunda 05.09.1999 tarihli eser sözleşmesi imzalandığını, BK m.355 gereğince, eser sözleşmesinin beş yıllık zamanaşımı süresine tabi olduğunu, davacının işi 2003 yılında tamamladığını, sekiz yıllık aradan sonra açılan davada zamanaşımı süresinin geçtiğini belirterek, davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.

Yerel Mahkemece, alacağın muaccel olduğu 31.12.2003 tarihinden davanın açıldığı 27.01.2011 tarihine kadar beş yıllık zamanaşımı süresinin geçtiği, her nekadar davacı tarafından davalı hakkında icra takibi yapılmışsa da takip dosyası yasal bir yıllık süre içerisinde takip edilmemesi sebebiyle işlemden kaldırıldığından, zamanaşımının kesilmesi şeklinde meydana gelen sonuçların ortadan kalktığı gerekçesiyle davanın reddine dair verilen karar, davacı vekilinin temyizi Özel Daire’ce yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuş; Yerel Mahkemece, önceki kararda direnilmiştir.

Direnme hükmünü davacı vekili temyiz etmiştir.

Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu'nun önüne gelen uyuşmazlık; alacağın tahsili amacıyla başlatılan icra takibinde dosyanın "işlemden kaldırılması" halinde, zamanaşımı süresinin kesilip kesilmeyeceği noktasında toplanmaktadır.

Uyuşmazlığın çözümlenmesi için “zamanaşımı” kavramı üzerinde durulmalıdır.

Mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu (BK)'nun 125-140. (6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu(TBK)'nun 146-161.) maddelerinde düzenlenmiş bulunan zamanaşımı, alacak hakkının, belli bir süre kullanılmaması yüzünden “dava edilebilme” niteliğinden yoksun kalmasını ifade etmektedir.

Borcun zamanaşımına uğramasıyla, borç (alacak) sona ermez, sadece alacaklının dava yoluyla alacağını elde etme olanağı, "alacağın dava edilebilme niteliği" ortadan kalkar. Zamanaşımına uğramış bir borç, ifa edilebilen, fakat dava edilemeyen eksik bir borçtur.

Zamanaşımına uğramış borç ifa edilirse, ifa geçerlidir, bir bağışlama veya alacaklı yönünden bir "sebepsiz zenginleşme" söz konusu değildir. Borçlu, borcun zamanaşımına uğradığını bilmediğini, bu nedenle hataen (yanılarak) ödemede bulunduğunu ileri sürerek verdiğini geri isteyemez(BK m. 62; TBK m. 78/2).

Zamanaşımı hukuki açıdan "def'i" (kişisel savunma nedeni) niteliğindedir. Borçlu borcunu ifadan kaçınmak istiyorsa, zamanaşımı def’inde bulunup, alacağın zamanaşımına uğradığını, dava edilebilme niteliğini kaybettiğini ileri sürebilir(BK m. 140; TBK m. 161). BK m. 140’da açıkça belirtildiği üzere, "zamanaşımı ileri sürülmezse, hakim bunu kendiliğinden göz önüne alamaz".

Bir alacağın zamanaşımına uğraması yani alacağın "dava edilebilme" niteliğini kaybetmesi için, "zamanaşımı süresi" nin geçmesi gerekir.

BK’nun 125. maddesi: “Bu kanunda başka suretle hüküm mevcut olmadığı takdirde, her dava on senelik müruru zamana tabidir.”

Hükmünü içermektedir.

BK m.125'de öngörülen zamanaşımı süresi genel bir süre olup, maddede de ifade edildiği üzere aksine bir hüküm bulunmadığı hallerde bütün alacaklar için geçerlidir. Aksine hükmün bulunduğu hallerden birisi bu maddeyi takip eden 126. maddede düzenlenmiştir. Anılan maddede beş yıllık zamanaşımına tabi olan alacaklar altı bent halinde hükme bağlanmıştır.

Kanunlarda, BK m. 125 ve 126'de öngörülen beş ve on yıllık zamanaşımından farklı zamanaşımı süreleri de vardır (Örneğin, TMK m. 639; TBK m. 72; BK. m. 60, 66 gibi).

BK m. 128'a göre, sözleşmeden doğan alacaklarda “Müruru zaman alacağın muaccel olduğu zamandan başlar”.

Borcun yerine getirilmesi bir süreye bağlanmamışsa, borcun doğumu ile birlikte alacak "muaccel" olur (BK m. 74; TBK m. 90) ve borcun doğumu ile birlikte zamanaşımı işlemeye başlar". Sözleşmeden doğan borçlarda zamanaşımının işlenmeye başlaması için alacağın muaccel (istenebilir) olması yeterlidir.

Alacaklı, alacağının varlığından haberdar olmasa dahi, alacağın muaccel olmasıyla birlikte, zamanaşımı süresi işler.

Borcun ifası bir süreye bağlanmışsa, alacak, sürenin dolması ile, ifa gününün gelmesiyle muaccel olur ve o günden itibaren zamanaşımı işler.

Bir borç ilişkisinden (örneğin kira sözleşmesinden) muacceliyet tarihleri farklı, aynı nitelikte birden çok borç doğmuşsa, zamanaşımı her alacak için o alacağın istenebileceği tarihten itibaren işlemeye başlar.

Alacağın muacceliyeti, alacaklının bir bildirimine (ihbarına) bağlı ise, zamanaşımı bu bildirimin yapılabileceği günden itibaren işler (BK m. 128; TBK m. 149/2).

Taliki (erteleyici) şarta bağlı borçlarda zamanaşımı, şartın gerçekleştiği, bu suretle alacaklının borcun ifasını isteyebileceği tarihten itibaren işlemeye başlar. Buna karşılık, infisahi (bozucu) şarta bağlı borçlarda, şarta rağmen zamanaşımı işler.

Zamanaşımı süresi işlemeye başladıktan sonra borçlunun bazı eylemleri, borçla ilişkisinin devam ettiğini ve bu ilişkiyi devam ettirdiğini, alacaklının bazı eylemleri ise alacakla ilişkisinin devam ettiği ve hakkının peşinde olduğunu ortaya koyabilir. Bu eylemlere rağmen, zamanaşımı süresinin işlemeye devam ettiğini ve borcu sona erdirdiğini kabul etmek güçtür. Bunun dışında bazı alacakların nitelikleri ya da alacaklı ile borçlu arasındaki ilişkinin özel niteliği zamanaşımı süresinin işlemesini haklı göstermeyebilir. Bu mantıktan hareket eden Türk Borçlar Kanunu’nda, zamanaşımını durduran ve kesen sebeplere yer vermiştir.

Zamanaşımının durması demek, o ana kadar işlemiş olan zamanaşımı süresinin işlediği noktada durması, buna yol açan sebebin ortadan kalktığı andan itibaren kaldığı yerden işlemeye devam etmesi demektir. Daha önce işlemeye başlamış bulunan zamanaşımı durmuşsa, sebep ortadan kalkınca, zamanaşımı kaldığı yerden işlemesini sürdürür. Diğer bir deyişle, işlemiş bulunan süreler dikkate alınır, geri kalan süre için zamanaşımı yeniden işlemeye devam eder (BK m. 132; TBK m. 153).

Zamanaşımının kesilmesi (kat'ı) ise, borçlunun veya alacaklının veya hakimin belli fiillerinin sonucu olarak, işlemiş bulunan zamanaşımı süresinin yanması ve kesilmeye neden olan olaydan itibaren yeni bir zamanaşımı süresinin işlemeye başlamasıdır.

Zamanaşımının kesilmesi için, zamanaşımının işlemekte olması gerekir. Zamanaşımı süresi dolmuşsa, zamanaşımının kesilmesi söz konusu olmaz.

Zamanaşımını kesen sebepler BK m. 133 ve 136'da (TBK m.154 ve 157'de) gösterilmiştir. Bu maddelere göre zamanaşımı: borçlunun bir fiili ile; alacaklının bir fiili ile; yargılama ve takibe ilişkin bir işlemle; yargıcın emir ve hükmüyle kesilebilir.

BK m. 133/1 (TBK 154/1)'e göre borçlunun borcunu kabul ettiğini gösteren, borcun kısmen ödenmesi, güvence verilmesi gibi fiiller bizzat borçlu tarafından veya onun onayı ile üçüncü şahıs tarafından yapıldığı takdirde zamanaşımı kesilir. Üçüncü şahsın, borçlunun bilgisi dışında alacaklıya ödemede bulunması zamanaşımını kesmez.

BK m. 133/2 (TBK m. 154/2) 'ye göre, “alacaklı, dava veya def'i yoluyla mahkemeye veya hakeme başvurmuşsa veya icra takibinde bulunmuşsa veya iflas masasına başvurmuşsa” zamanaşımı kesilir.

Dava, dava dilekçesinin kaydedildiği tarihte açılmış olur (HMK m. 118). Alacaklı alacağının bir kısmı için (diğer kısma ilişkin isteğini saklı tutarak) dava açmışsa, veya alacağının bir kısmı için icra takibinde bulunmuş ise, zamanaşımı sadece dava veya takip edilen kısım için kesilir.

BK m. 136/1 (TBK m. 157/1)’ e göre, bir dava veya def'i ile kesilmiş bulunan zamanaşımı, dava süresince iki tarafın yargılama ile ilgili her işleminden veya yargıcın her kararından sonra (kesilir ve) yeniden işlemeye başlar.

Dava veya def'i reddedilirse zamanaşımı kesilmiş olmaz. Ancak dava esastan reddedilmemişse, davanın yeniden açılması mümkünse, fakat davanın açıldığı (def'in ileri sürüldüğü) gün ile reddedildiği tarih arasında geçen zaman içinde zamanaşımı süresi dolmuşsa, TBK m. 158'de (BK m. 137'de), belli haller için alacaklı yararına (reddin kesinleştiği tarihten itibaren işleyecek) bir ek süre öngörülmüştür. TBK m. 158'e göre, dava veya def'i, mahkemenin yetkili veya görevli olmaması ya da düzeltilebilecek bir yanlışlık yapılması yahut vaktinden önce açılmış olması nedeniyle reddedilmiş olup da o arada zamanaşımı veya hak düşürücü süre dolmuşsa, alacaklı altmış günlük ek bir süre içinde haklarını kullanabilir.

BK m. 136/2 (TBK m. 157/2)’ ye göre, zamanaşımı, icra takibi ile (kovuşturulması ile) kesilmişse alacağın takibine ilişkin her işlemden sonra yeniden işlemeye başlar.

Zamanaşımı kesilince, kesilmeden itibaren yeni bir süre işlemeye başlar (BK m. 135/1). Zamanaşımının kesilmesinden sonra işleyecek yeni zamanaşımı süresi, eski (kesilen) zamanaşımının aynıdır. Örneğin, beş yıllık bir zamanaşımı süresi kesilmişse, yeniden işlemeye başlayacak zamanaşımı süresi de beş yıldır. Bu genel kurala, BK m. 135/2'de (TBK m. 156/2'de) iki istisna getirilmiştir: “Borç bir senetle tanınmış” veya “kesinleşmiş, mahkeme veya hakem kararı ile sabit olmuşsa” kesilen süre daha kısa olsa bile, yeni zamanaşımı süresi daima on yıldır.

Yeri gelmişken uyuşmazlığın çözümü için icra takibinin işlemden kaldırılmasını düzenleyen İİK’nun 78. maddesi üzerinde durmakta yarar bulunmaktadır.

İİK’nun 78. maddesi:

“Ödeme emrindeki müddet geçtikten ve borçlu itiraz etmiş ise itirazı refolunduktan sonra mal beyanını beklemeksizin alacaklı haciz konmasını isteyebilir.

(Değişik fıkra: 06/06/1985 - 3222/9 md.) Haciz istemek hakkı, ödeme emrinin tebliği tarihinden itibaren bir sene geçmekle düşer. İtiraz veya dava halinde bunların vukuundan hükmün katileşmesine kadar veya alacaklıyla borçlunun icra dairesinde taksit sözleşmeleri yapmaları halinde taksit sözleşmesinin ihlaline kadar geçen zaman hesaba katılmaz.

Alacaklı isterse, haciz talebinin vukuuna dair bir vesika verilir. Bu vesika hiç bir harç ve resme tabi değildir.

Haciz talebi kanuni müddet içinde yapılmaz veya geri alındıktan sonra bu müddet içinde yenilenmezse dosya muameleden kaldırılır.

Yeniden haciz istemek, alacaklı tarafından vukubulan yenileme talebinin borçluya tebliğine mütevakkıftır. İlama müstenit olmayan takiplerde yenileme talebi üzerine yeniden harç alınır Yenileme masraf ve harçları borçluya tahmil edilmez.”

Hükmünü içermekte olup alacaklının haciz isteme hakkı, bir yıllık süreye tabidir. Haciz isteme hakkı, ödeme emrinin tebliği tarihinden itibaren bir yıl geçmekle düşer (İİK. m.78/II.C.1). Alacaklı, bir yıllık süre (İİK. m.78/II) içinde haciz talebinde bulunmaz veya bir yıl içinde yaptığı haciz talebini geri alıp da (aynı) bir yıllık süre içinde yeniden haciz talebinde bulunmaz ise, takip dosyası işlemden kaldırılır (İİK. m.78/IV). Bu halde, takip dosyası yalnız işlemden kaldırılır; yoksa icra takibi düşmez (son bulmaz). İcra Hukukunda takibin yapılmamış sayılmasına dair bir kurum bulunmadığından icra takibi derdest kalmakta devam eder. Bu halde alacaklı yenileme talebinde bulunmak suretiyle aynı takip dosyasında haciz isteyebilir (İİK. m. 78/V). Takip ilama dayalı değil ise, yeniden başvurma harcı ve peşin harç alınır ve bu harçlar borçluya yükletilemez. Hemen belirtmek gerekir ki, bu durumda borçluya yenileme tebliğ edilir. Yeniden ödeme emri tebliğ edilmez. Yenileme emri tebliği borçluya itiraz hakkı vermez. Kesinleşen takibe devam edilir. (HGK’nun 15.05.2013 gün ve 2012/13-1395 E., 2013/703 K. sayılı ilamı)

Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;

Dava konusu alacak, eser sözleşmesinden kaynaklanmakta olup BK'nun 126/IV. (TBK’nun 147/6.) maddesinde öngörülen 5 yıllık zamanaşımı süresine tabi bulunmaktadır.

Dosya içerisindeki belgelerden davacının aynı alacakla ilgili Sincan 5.İcra Müdürlüğü'nün 2007/413 Esas sayılı dosyası ile 12.09.2007 tarihinde icra takibi başlattığı, 18.11.2008 tarihinde de takip dosyasının işlemden kaldırıldığı anlaşılmaktadır. Alacağın 31.12.2003 tarihinde muaccel olduğu konusunda ise uyuşmazlık bulunmamaktadır.

BK'nun 133/II. (TBK’nun 154/2.) maddesi gereğince, icra takibinde bulunulması zamanaşımını kesen sebepler arasında yer almakta olup, davacı tarafından takibin yapıldığı 12.09.2007 tarihi itibariyle henüz beş yıllık zamanaşımı süresi dolmamış bulunmaktadır. Az yukarda da bahsedildiği üzere, icra takibinde dosyanın işlemden kaldırılması halinde takip derdest kalmaya devam edeceğinden, takibin yapıldığı 12.09.2007 tarihinde işlemekte olan zamanaşımı süresi kesilmiştir. Bu nedenle, mahkemenin icra takibinde dosyanın işlemden kaldırılması ile zamanaşımını kesici etkisinin ortadan kalktığı yönündeki direnmesi yerinde değildir.

Hal böyle olunca; aynı hususa işaret eden ve Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

Açıklanan nedenlerle direnme kararı bozulmalıdır.


Sonuç: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının bozma ilamında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici Madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429.maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, aynı Kanun'un 440.maddesi uyarınca karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 18.09.2013 gününde oybirliği ile karar verildi. (¤¤)