T.C YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu
Esas: 2014 / 13-19
Karar: 2015 / 1743
Karar Tarihi: 24.06.2015
ÖZET: Dava, rücuan tazminat
isteğine ilişkindir. Dava dışı işçi G...’a
icra takibi sonucu işçilik alacaklarına ilişkin ödemede bulunan davacı kurulun
davalı şirketten talep edebileceği rücuan tazminattan davalı alt
işverenin bozma ilamında belirtilen %50’lik
kısım için ancak kendi dönemi ile sınırlı olarak sorumlu tutulması gerekirken
mahkemece davalı alt işverenin sadece ihbar tazminatı yönünden kendi dönemi ile
sınırlı olarak sorumlu tutulmasına karar verilmesi doğru değildir.(3095
S. K. m. 1) (4857 S. K. m. 2) (818 S. K. m. 50, 51, 141, 173, 174, 179, 496)
(13. HD. 20.06.2012 T. 2012/6197 E. 2012/16178 K.)
Dava: Taraflar arasındaki “rücuan tazminat” davasından dolayı
yapılan yargılama sonunda; Ankara 11. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın
kısmen kabulüne dair verilen 15.12.2011 gün ve 2010/532E., 2011/483 K. sayılı
kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 13.
Hukuk Dairesinin 20.06.2012 gün ve 2012/6197 E., 2012/16178 K. sayılı ilamı
ile;
(...Davacı, temizlik işleri için
ihaleye çıktığını ve temizlik işlerinin aksamaması için doğrudan temin yöntemi
ile hizmet alımı yapıldığını ve davalı ile 31 günlük sözleşme imzalandığını, davalının
çalıştırdığı işçilerden G... 'ın iş aktinin fesh edilmesi üzerine davalı ile
birlikte kendilerine işe iade davası açtığını, mahkemece davanın kabul
edildiğini ve kararın kesinleştiğini, akabinde işçi tarafından yapılan icra
takibi nedeniyle 22.302,27 TL ödediğini belirterek bu bedelin ödeme tarihinden
itibaren yasal faizi ile davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiştir.
Davalı, davanın reddini
savunmuştur.
Mahkemece, işçinin davalı yanında
çalıştığı sürenin 31 gün olduğu, davalının bu nedenle sadece ihbar
tazminatından sorumlu olacağı gerekçesi ile davanın kısmen kabulü ile 361,57
TL'nin dava tarihinden itibaren 3095 sayılı yasanın 1. maddesi gereğince
değişen oranlarda yasal faizi ile davalıdan tahsiline karar verilmiş; hüküm,
davacı tarafından temyiz edilmiştir.
Davacı, kuruma ait temizlik
işinin davalı tarafından üstlenildiğini, ihale şartnamesine göre,
çalıştırdıkları işçilerin iş hukukundan doğan her türlü işçilik hakları ile
ilgili tazminatlarından sorumlu olduklarını ileri sürerek eldeki davayı açmış
olup, dava dışı işçinin işe iade davası sonunda mahkemece davanın kabulüne
karar verilerek, ödenmesi gereken tazminatın iş bu eldeki davanın tarafları
olan davacı ve davalıdan tahsiline karar verildiği ve icra takibi sonunda da,
davacı kurum tarafından mahkeme kararına konu tazminatın diğer işçi alacakları
ile birlikte ödendiği ihtilafsızdır. Taraflar arasındaki uyuşmazlık, işçiye
ödenen bu tazminattan hangi tarafın veya tarafların ne oranda sorumlu
olduklarına ilişkindir. Uyuşmazlığın çözümünde öncelikle taraflar arasındaki
sözleşme hükümleri ve genel hukuk prensipleri dikkate alınarak bir sonuca
gidilmelidir. Bu cümleden olarak, davacı ile davalılar arasında düzenlenen
sözleşmede işçilerin iş akitlerinden doğacak tazminattan hangi tarafın ne
oranda sorumlu olduğu hususunda bir düzenlemenin bulunmadığı görülmektedir.
Tüm bu açıklamalardan sonra;
tacir olan davalının çalıştırdıkları işçilerin fiili işçilik dışında sair
tazminat haklarından sorumlu olacaklarını bilebilecek durumda oldukları ancak,
davacı kurumun da asıl işveren durumunu muhafaza etmesi nazara alındığında
doğan zararlardan tarafların yarı yarıya sorumlu olduğunun kabulü gerekir. O
halde mahkemece, davalıların bu ilkeler çerçevesinde sorumluluklarının
belirlenmesi gerekirken, aksi düşüncelerle yazılı şekilde hüküm tesisi usul ve
yasaya aykırı olduğu…) gerekçesiyle
bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda,
mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek
direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar
okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Karar: Dava, rücuan tazminat
isteğine ilişkindir.
Davacı vekili, davacı kurulun
temizlik işlerinin 4734 sayılı Devlet İhale Kanunu hükümlerine göre ihale yapıldığını,
ancak ihalenin sonuçlandırılamaması üzerine temizlik işlerinin aksamaması için
doğrudan temin usulü yolu ile hizmet alımı yapıldığını, davalı ile 31 gün
süreli hizmet alım sözleşmesi imzalandığını, davalı tarafından işçilerinden
G...’ın iş akdinin fesih edilmesi
üzerine işçi G... tarafından davalı ile davacı aleyhine işe iade davası
açıldığını, mahkemece işe iade ve işe iade kararının yerine getirilmemesi
halinde 4 aylık ücretin ödenmesine karar verildiğini, kararın Yargıtay
denetiminden geçerek kesinleştiğini, işçi G...tarafından Ankara 6. İcra
Müdürlüğünün 2010/13302 Sayılı dosyasında yapılan takipte toplam 22.322,27 TL’nin davacı kurul tarafından icra
dosyasına ödendiğini, davalı şirketin yargı kararını yerine getirmemesi
nedeni ile müştereken ve müteselsilen bu ücretten sorumlu olduğunu belirterek
ödenen 22.322,27TL’nin ödeme
tarihten işleyecek yasal faiziyle davalıdan tahsiline karar verilmesini talep
ve dava etmiştir.
Davalı vekili, davalı şirkete
husumet yöneltilemeyeceğini, iş mahkemesinin görevli olduğunu, yetkili
mahkemenin de Kırşehir İş Mahkemesi olduğunu, alacağın bir kısmının
zamanaşımına uğradığını, 29.02.2008 tarihli götürü bedel hizmet alım
sözleşmesinin 10.maddesinde sözleşme süresinin işe başlama tarihinden itibaren
31 gün olduğunun belirtildiğini, 1 aylık süre sonunda işin biteceğinin ve
sözleşmenin sona ereceğinin davacı ve işçi tarafından bilindiğini, işçinin
işten çıkartılmasına davacının yol açtığını, ihale bedeli içerisinde işçinin
tazminatlarına ve işe iade alacaklarına ilişkin bir madde bulunmadığını, ihale
bedeli içinde bulunmayan bir miktarın kendisinden talep edilmesinin mümkün
olmadığını, ayrıca davalı şirketten önceki değişik dönemlerde alt işverenler
değişmesine rağmen davacı kurulun asıl işveren olarak dava dışı tazminatı
ödenen işçileri çalıştırmaya devam ettiğini, asıl işveren olarak davacının
sorumlu olması gerektiğini belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, davacının
sorumluluğunun o tarihte yürürlükte olan 4857 sayılı Yasa’nın 2. maddesine göre üst işveren olarak
işçi alacaklarının teminat altına alınmasından kaynaklanan bir sorumluluk
olduğunu, davalının ise hizmet akdinin tarafı olması nedeni ile sorumlu
olduğunu, davalı alt iş veren bir aylık dönem için ihale ile işi almış
ve dava açan işçiyi 31 gün çalıştırdığını, hizmet süresi bir ay olduğu ve işe
iade davası açılabilmesi için ön şart olan altı aylık primin bulunması
gerektiğinden, BK 179. maddesine göre iş yeri devri olmadığı için davalıya
karşı işe iade davası açılabilmesinin mümkün olmadığını, bir ay hizmeti olduğu
için işe iade kararına bağlı olan dört aylık ücret ve sekiz aylık işe
başlatmama tazminatının davalıdan talep edilemeyeceğini, iş yeri devri olmadığı
için davalı kıdem tazminatından da sorumlu olmayacağını, hizmet akdi belirsiz
süreli olduğu için davalının ihbar tazminatından sorumlu tutulması gerektiği
gerekçesiyle davanın kısmen kabulü ile 361,57 TL’nin dava tarihinden itibaren 3091 sayılı Yasaya göre değişen
oranda yasal faizi ile davalıdan tahsili ile davacıya verilmesine dair verilen
karar, davacı vekilinin temyizi üzerine; Özel Dairece yukarda başlık bölümünde
metni aynen yazılı olan karar ile bozulmuş; mahkemece, önceki gerekçeler
tekrarlanarak direnme karar verilmiştir.
Direnme kararını davacı vekili
temyize getirmektedir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel
Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; taraflar arasında yapılan hizmet alım sözleşmesi
gereğince davalı şirketin işçisine icra takibi soncu ödemede bulunan davacı
kurulun davalı şirketten talep edebileceği rücuan tazminattan davalı işverenin
kendi dönemi ile sınırlı olarak mı yoksa eşit olarak mı sorumlu olacağı
noktasında toplanmaktadır.
Bu konuda, öncelikle mülga 818
sayılı Borçlar Kanunu (BK)’nun
teselsülü düzenleyen hükümlerinin incelenmesinde yarar bulunmaktadır:
Bilindiği üzere, müteselsil
borçluluk, alacaklının, borcun tamamının ifasını birden çok borçludan ve
dilediğinden isteyebildiği, borcun tamamı ifa edilinceye kadar borçluların
hepsinin sorumlu olduğu bir borç ilişkisidir.
Müteselsil borçluluğun kaynağı BK’nun 141. maddesinde belirtilmiştir.
Maddeye göre, “Alacaklıya karşı, her biri borcun
mecmuundan mesul olmağı iltizam ettiklerini beyan eden müteaddit borçlular
arasında teselsül vardır.
Böyle bir beyanın fikdanı halinde
teselsül ancak kanunun tayin ettiği hallerde olur.”
Madde hükmünden anlaşıldığı gibi,
müteselsil borçluluk, ya bir hukuki işlemden ya da kanundan doğmaktadır.
Maddenin 2. fıkrasında yer verilen kanuni teselsül, müteselsil borçluluğun
doğrudan doğruya bir kanun hükmüne dayandığı, bizzat kanun koyucunun öngördüğü
borçluluk halidir.
Haksız fiil halinde müteselsil
sorumluluk hali ise 818 sayılı Kanun’un
50. maddesinde aşağıdaki şekilde düzenlenmiştir:
“Birden ziyade kimseler birlikte bir zarar ika ettikleri takdirde
müşevvik ile asıl fail ve fer'an methali olanlar, tefrik edilmeksizin
müteselsilen mesul olurlar. Hakim, bunların birbiri aleyhinde rücu hakları olup
olmadığını takdir ve icabında bu rücuun şümulünün derecesini tayin eyler.
Yataklık eden kimse, vaki olan
kardan hisse almadıkça yahut iştirakiyle bir zarara sebebiyet vermedikçe mesul
olmaz.”
Aynı Kanun’un “Muhtelif Sebeplerin İçtimaı Halinde, Müteselsil Mesuliyet”
başlıklı 51. maddesinde de:
“Müteaddit kimseler muhtelif sebeplere (haksız muamele, akit, kanun)
binaen mes'ul oldukları takdirde haklarında birlikte bir zarar vukuuna
sebebiyet veren kimseler hakkındaki hükümlere göre muamele olunur.
Kural olarak haksız bir fiili ile
zarara sebebiyet vermiş olan kimse, en evvel, tarafından hata vaki olmamış ve
üzerine borç alınmamış olduğu halde kanunen mes'ul olan kimse en sonra, zaman
ile mükellef olur.” şeklinde
düzenleme getirilmiştir.
Bu durumda; birden çok kişi,
gerek haksız eylem, gerek sözleşme ve gerekse kanun kuralı gibi sebeplerden ve
aynı zarar için zarara uğrayana karşı sorumlu iseler, bunlar arasında, bir
zarara ortaklaşa sebep olanlar hakkındaki dönmeye (rücu) ilişkin kurallar
uygulanır.
Kural olarak; en başta, haksız
eylemiyle zarara yol açan sorumlu tutulur; en son olarak da kusuru olmaksızın
ve sözleşme gereği sorumluluğu olmadığı halde kanun kuralı gereğince sorumlu
tutulan kişiye başvurulur.
Birinci halde; birden fazla
kişiler, müşterek kusurları ile zarara sebep olmuşlardır. Bu durumda zarara
sebep olmuş olanlar arasında tam teselsül bulunduğundan söz edilir (BK. mad.
50). Aralarında tam teselsül olanlar, suçu işleyenle bu suça iştirak etmiş
olanlar arasında fark gözetilmeksizin zarar görene karşı müteselsilen sorumlu
durumundadırlar.
İkinci halde ise; birden fazla
kişinin, müşterek kusurları ile sebep olmadıkları ancak zarardan çeşitli hukuki
sebeplerle sorumlu tutuldukları durumda eksik teselsül (BK. mad. 51) söz
konusudur.
Görülüyor ki, Borçlar Kanunu’nun 51. maddesinde, aynı Kanun’un 50.
maddesine atıf yapılarak birden çok kimseler, değişik nedenlerle (haksız eylem,
akit, kanun) sorumlu oldukları taktirde zarar gören tam teselsülde
(dayanışmada) olduğu gibi (BK. mad.50/1) giderim isteğinin bir bölümünü veya
tamamını, bu sorumlulardan birinden ya da bir kaçından dava açarak
isteyebilecektir. Gerek öğretide ve gerekse uygulamada ayrık düşünce olmaksızın
bu kural kabul edilmektedir. Daha açık bir ifadeyle, zarar gören eksik
teselsülde de; tam teselsülde olduğu gibi tazminat borçlularından herhangi
birine müracaat edebilir ve tazminatın tamamının ödenmesini isteyebilir. Bundan
başka borçlulardan birinin yaptığı ödeme, ödenen miktar oranında diğerini de
borçtan kurtarır ve daha sonra ödeyenin onlara karşı rücu (dönme) hakkı
doğabilir.
Bu bağlamda ardıllık
(Halefiyet-Subrogation) ile dönme (Rücu-Regress) arasında hukuki farklılıkları
belirtmekte yarar vardır:
Başkasına ait bir borç nedeniyle
alacaklıyı tatmin eden kişinin, onun haklarını kanunda belirtilen durumda ve
tatmin ettiği oranda kendiliğinden elde etmesine ardıllık (halefiyet) denir.
Dönme (rücu) hakkı ise başkasına ait borcu yerine getiren kişinin malvarlığında
vücut bulan kaybı gidermeyi amaçlayan tazminat niteliğinde bir istem hakkıdır.
Gerçekte de; halefiyet ve rücu,
aynı amaca, zarar görenin (alacaklının) tatmin edilmesine yönelik birbiri ile,
çok yakından ilgili iki hukuksal kurum olarak görülmektedir. Nitekim; her
ikisinde de, başkalarına ait borcu yerine getiren kişinin, asıl borçluya karşı
bir alacak elde etmesi ve bu hakka dayanarak borçludan bir istemde bulunması bu
sonucu doğrulamaktadır.
Bir borcu yerine getiren kimsenin
alacaklının haklarına halef olabilmesi için halefiyetin kanunda açıkça
öngörülmüş bulunması gerekir. Kanunda açıkça öngörülmediği sürece bir
halefiyetin doğması mümkün değildir. Halefiyet kanununda belirtilmiş belirli
durumlarda doğar. Diğer bir anlatımla, halefiyet halleri sınırlı sayıda olma
(numerus clausus) kuralına bağlıdır. Kanunda açıkça öngörülmediği sürece bir
halefiyetin doğması mümkün değildir.
Halefiyette, rücu hakkını
kullanan kişi alacaklının yerine geçer, aynen alacaklının konumuna sahip olur.
Bunun sonucu olarak örneğin alacaklının elinde, alacağı garanti eden ipotek
gibi bir garanti varsa, zararı tazmin eden borçlu alacaklının haklarına halef
olduğundan, bundan böyle bu teminat rücu alacağını garanti eder. Örneğin 818
sayılı Kanun’un 496. maddesinde
kefil lehine tanınan halefiyette durum budur.
818 sayılı Kanun’un 50 ile 51. maddeleri arasında her iki
müteselsil sorumluluğu birbirinden ayırmak için öğreti ve yargı kararlarında
BK’nun 50. maddesine dayanan müteselsil sorumluluğun “tam teselsül”, anılan Kanun’un 51.
maddesine dayanan müteselsil sorumluluğun ise “eksik teselsül” olduğu kabul
edilmektedir.
Bu aşamada tam teselsül (BK. mad.
50'e dayanan müteselsil sorumluluk) ile eksik teselsül (BK. mad.51'e dayanan
müteselsil sorumluluk) arasında yapılan ayrımın ve farkların önemini de
vurgulamak yerinde olacaktır.
818 sayılı Kanun’un gerek 50, gerekse 51. maddelerinde
müteselsil sorumluluk öngörülmüş bulunmakla birlikte, anılan iki madde
arasındaki diğer hukuki farklılıkların şöyle anlatılması mümkündür.
BK’nun 50. maddesi; aynı zarardan dolayı birden fazla kişinin birlikte
müteselsilen sorumlu tutulmalarını, birden fazla kişinin ortak kusurlarıyla
zarara birlikte sebebiyet vermiş olmaları koşuluna bağlamıştır. Buna
göre, birden fazla kişi aynı zarara ortak kusurlarıyla sebebiyet vermiş
olmalıdırlar. BK’nun 51. maddesi ise
bundan farklı olarak, aynı zarardan dolayı birden fazla kişinin birlikte
müteselsilen sorumlu tutulmalarını birden fazla kişinin bu zarardan
dolayı ortak kusurları nedeniyle değil; hukuksal nedenlerle sorumlu olmalarına
bağlamıştır. Burada müteselsilen sorumlu tuttuğumuz kişilerin,
sorumluluklarının sebepleri farklı hukuksal nedenlere dayanmaktadır. Bu
açıklamalar karşısında BK’nun 51.
maddesine dayanan müteselsilen sorumluluğun sebebi haksız fiil, kanun
veya sözleşme nedeniyle birden fazla kişinin sorumlu tutulmasıdır.
Anılan Kanunun 51. madde hükmü;
müteselsil sorumlu olan kişilerden birinin zararı tazmin etmesi halinde,
diğerlerine rücu hakkını belli bir sıraya bağlamıştır. Buna göre, kanundan
dolayı sorumlu tutulan kişi, sözleşme nedeniyle sorumlu kişi, haksız fiil
nedeniyle sorumlu kişi sıralaması vardır. Haksız fiil nedeniyle sorumlu kişi
zararı tazmin etmişse kimseye rücu edemeyecektir, sözleşme nedeniyle sorumlu
kişi zararı tazmin etmişse, haksız fiil failine rücu edebilecek; kanundan
dolayı sorumlu kişiye rücu edemeyecektir. Kanundan dolayı sorumlu kişi zararı
tazmin etmişse, sözleşme nedeniyle sorumlu kişiyle haksız fiil failine rücu
edebilecektir.
Öte yandan mülga 818 sayılı
Borçlar Kanunu'nun (BK) “Malvarlığının
veya işletmenin devralınması” başlıklı 179.maddesi;
“Bir mameleki veya bir işletmeyi aktif ve pasifleriyle birlikte
devralan kimse, bunu alacaklılara ihbar veya gazetelerde ilan ettiği
tarihten itibaren onlara karşı mamelekin veya işletmenin borçlarından mesul
olur; şu kadar ki, iki yıl müddetle evvelki borçlu dahi yenisiyle birlikte
müteselsilen mesul kalır; bu müddet muaccel borçlar için ihbar veya ilan
tarihinden ve daha sonra muaccel olacak borçlar için de muacceliyet tarihinden
itibaren işlemeye başlar.
Borçların bu suretle naklinin
hükümleri, tek bir borcun nakli akdinden doğan hükümlerin aynıdır.” düzenlemesini içermektedir.
Bu maddenin içinde; “müteselsil bir borç” ilişkisi vardır.
Devir alan şirket, devir eden şirketin borçlarından ötürü sorumlu olduğu gibi,
iki yıl müddetle evvelki borçlu (devreden) dahi, yenisi (devralan) ile birlikte
müteselsilen sorumlu olur. Borçlar Kanunu'nun müteselsil borçlara ilişkin 141.
maddesine göre, teselsülün kanun hükmünden doğduğu hallerde, kamu düzeni söz
konusu olacağından tarafların iradeleriyle teselsülün ortadan kaldırılması
hükümsüzdür (H. Öser/W. Scöhenenberger Borçlar Hukuku, Ankara, 1950, s.
905-906). Bu nedenle söz konusu müteselsil borç kanun hükmünden (BK m. 179’dan) doğduğundan, teselsülden kaynaklanan
sorumluluğun dışlanması geçersizdir ve hukuki sonuç doğurmaz.
Müteselsil borcun özelliği,
alacaklının alacağının tamamını veya bir kısmını müteselsil borçlulardan
birinden veya hepsinden istemekte serbest olmasıdır (A.Von Tuhr, Borçlar
Hukuku, İstanbul 1953, s. 845 vd).
Burada belirtilen sorumluluğun
zamanı, devir anıdır. Devrin fiilen gerçekleştiği tarihte doğmuş ve nedeni
vücut bulmuş borçlar, bu sorumluluğun kapsamında kalmaktadır. İşletmenin devirden
önceki borcunun naklinin alacaklıya karşı hüküm ifade etmesi, kural olarak, BK.
173 ve 174.maddeleri gereğince alacaklının onamına bağlı ise de, 179.madde bu
kurala bir istisna getirmiş, alacaklının rızasına gerek görülmeksizin borcun
devir alana intikal ettiği kabul edilmiştir.
Somut olayda; davacı kurul
temizlik işleri için davalı şirket ile 31 gün süreli hizmet alım sözleşmesi
yaptığını, davalının çalıştırdığı işçilerden G...'ın iş aktinin fesh edilmesi
üzerine davalı ile birlikte kendilerine işe iade davası açtığını, mahkemece
davanın kabul edildiğini ve kararın Yargıtay denetiminden geçerek
kesinleştiğini, akabinde işçi tarafından yapılan icra takibi nedeniyle
22.302,27 TL ödediğini belirterek bu bedelin ödeme tarihinden itibaren yasal
faizi ile davalı şirketten tahsiline karar verilmesini istemiştir.
Davalı, davacı ile yapılan hizmet
alım sözleşmesinin 31 gün süreli olduğunu bu sürenin sonunda işin biteceğinin
ve sözleşmenin sona ereceğinin davacı ve işçi tarafından bilindiğini, işçinin
işten çıkartılmasına davacının yol açtığını, davalı şirketten önceki değişik
dönemlerde alt işverenler değişmesine rağmen davacı kurulun asıl işveren olarak
dava dışı tazminatı ödenen işçileri çalıştırmaya devam ettiğini, asıl işveren
olarak davacının sorumlu olması gerektiğini belirterek davanın reddini
savunmuştur.
Yeri gelmişken belirtilmelidir
ki, 4857 sayılı İş Kanunu'nun “Tanımlar”
başlıklı 2. maddesinin 6. fıkrası,
“...Bu ilişkide asıl işveren, alt işverenin işçilerine karşı o işyeri
ile ilgili olarak bu Kanundan, iş sözleşmesinden veya alt işverenin taraf
olduğu toplu iş sözleşmesinden doğan yükümlülüklerinden alt işveren ile
birlikte sorumludur.” düzenlemesini
içermektedir.
Bu hüküm, mali açıdan güçsüz olan
alt işverenlerin işçilerini ücret ve diğer hakları yönünden korumaya yönelik
bir hükümdür.
Anılan madde uyarınca asıl
işveren alt işverenin işçilerinin çalıştıkları işyeri ile ilgili İş Kanunu'ndan
ve hizmet sözleşmesinden veya alt işverenin taraf olduğu toplu iş
sözleşmesinden doğan yükümlülüklerinden alt işverenle beraber birlikte sorumlu
olur. Kanunda geçen “birlikte”
kavramının sorumluluk hukukunda düzenlenen kanundan doğan müteselsil sorumluluk
olduğu doktrinde kabul edilmektedir (Çenberci, Mustafa: İş Kanunu Şerhi,
s.120-121, Esener, Turhan: İş Hukuku, s.79, Uygur, Turgut: Temel Kavramlar,
s.269, Çelik, Nuri: İş Hukuku, s. 46, Narmanlıoğlu, Ünal: Ferdi İş
İlişkileri, s. 118, Tunçomağ/Centel, İş Hukukunun Esasları, s. 58, Süzek,
Sarper: İş Hukuku, s. 42, Güzel, Ali: Asıl İşveren-Alt İşveren İlişkisi, s. 45,
Aktaran: Aydınlı, İbrahim: Türk İş Hukukunda Alt İşveren İlişkisi ve Muvazaa
Sorunu, Seçkin Yayınevi, Ankara, 2008, s.190-191).
Buna göre, somut uyuşmazlıkta
müteselsil sorumlu olanlardan; davacı asıl işveren ile davalı alt işveren
arasındaki hukuki ilişki hizmet akdine dayanmakta iken davacı asıl işverenin
ile dava dışı işçi arasındaki hukuki ilişki 4857 sayılı İş Kanunu’nun 2. maddesinde düzenlenen “birlikte
(müteselsil) sorumluluktan” kaynaklanmaktadır.
Eldeki davada, dava dışı işçinin
Ankara 14. İş Mahkemesinin 2008/372E 2009/250K sayılı dosyasında açtığı işe
iade davasında işçi G...’ın asıl
işverenden alınan iş kapsamında ve değişen alt işverenlere ait işyerinde ara
vermeden çalıştığından somut olayda işyerinin devri olduğu kabul edilerek işçi
G...’ın işe iadesine ve davalı işveren tarafından süresi içinde işe
başlatılmaması halinde ödenmesi gereken tazminatın 4 aylık ücret olduğuna
ilişkin verilen karar Yargıtay denetiminden geçerek kesinleşmiştir.
Bu itibarla dava dışı işçi G...’a icra takibi sonucu işçilik alacaklarına
ilişkin ödemede bulunan davacı kurulun davalı şirketten talep
edebileceği rücuan tazminattan davalı alt işverenin bozma ilamında belirtilen
%50’lik kısım için ancak kendi
dönemi ile sınırlı olarak sorumlu tutulması gerekirken mahkemece davalı alt
işverenin sadece ihbar tazminatı yönünden kendi dönemi ile sınırlı
olarak sorumlu tutulmasına karar verilmesi doğru değildir.
Hukuk Genel Kurulunda yapılan
görüşmelerde bir kısım üyelerce; davacı asıl işverenin sorumluluğunun yasadan
kaynaklandığı için işçiye ödeme yaptığını, alt işverenin ise akitten dolayı
sorumlu olduğunu, eşit oranda sorumlu olamayacaklarını, davalı alt işverenin
ancak kendi dönemi ile sorumlu olması gerektiğinden bu değişik gerekçe ile
yerel mahkeme kararının bozulması gerektiği görüşü savunulmuşsa da, çoğunlukça
bu görüş benimsenmemiştir.
O halde yukarıdaki ilave
nedenlerle ve bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel
Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki
kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Bu nedenle direnme kararı
bozulmalıdır.
Sonuç: Davacı vekilinin temyiz
itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda ve Özel Daire bozma
kararında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin
harcının yatırana geri verilmesine, 24.06.2015 gününde oyçokluğu ile, karar
verildi. (¤¤)