30 Nisan 2016 Cumartesi

T.C YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu
Esas: 2014 / 13-19
Karar: 2015 / 1743
Karar Tarihi: 24.06.2015
ÖZET: Dava, rücuan tazminat isteğine ilişkindir. Dava dışı işçi G...’a icra takibi sonucu işçilik alacaklarına ilişkin ödemede bulunan davacı kurulun davalı şirketten talep edebileceği rücuan tazminattan davalı alt işverenin bozma ilamında belirtilen %50’lik kısım için ancak kendi dönemi ile sınırlı olarak sorumlu tutulması gerekirken mahkemece davalı alt işverenin sadece ihbar tazminatı yönünden kendi dönemi ile sınırlı olarak sorumlu tutulmasına karar verilmesi doğru değildir.(3095 S. K. m. 1) (4857 S. K. m. 2) (818 S. K. m. 50, 51, 141, 173, 174, 179, 496) (13. HD. 20.06.2012 T. 2012/6197 E. 2012/16178 K.)

Dava: Taraflar arasındaki “rücuan tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara 11. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 15.12.2011 gün ve 2010/532E., 2011/483 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 13. Hukuk Dairesinin 20.06.2012 gün ve 2012/6197 E., 2012/16178 K. sayılı ilamı ile;

(...Davacı, temizlik işleri için ihaleye çıktığını ve temizlik işlerinin aksamaması için doğrudan temin yöntemi ile hizmet alımı yapıldığını ve davalı ile 31 günlük sözleşme imzalandığını, davalının çalıştırdığı işçilerden G... 'ın iş aktinin fesh edilmesi üzerine davalı ile birlikte kendilerine işe iade davası açtığını, mahkemece davanın kabul edildiğini ve kararın kesinleştiğini, akabinde işçi tarafından yapılan icra takibi nedeniyle 22.302,27 TL ödediğini belirterek bu bedelin ödeme tarihinden itibaren yasal faizi ile davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiştir.

Davalı, davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, işçinin davalı yanında çalıştığı sürenin 31 gün olduğu, davalının bu nedenle sadece ihbar tazminatından sorumlu olacağı gerekçesi ile davanın kısmen kabulü ile 361,57 TL'nin dava tarihinden itibaren 3095 sayılı yasanın 1. maddesi gereğince değişen oranlarda yasal faizi ile davalıdan tahsiline karar verilmiş; hüküm, davacı tarafından temyiz edilmiştir.

Davacı, kuruma ait temizlik işinin davalı tarafından üstlenildiğini, ihale şartnamesine göre, çalıştırdıkları işçilerin iş hukukundan doğan her türlü işçilik hakları ile ilgili tazminatlarından sorumlu olduklarını ileri sürerek eldeki davayı açmış olup, dava dışı işçinin işe iade davası sonunda mahkemece davanın kabulüne karar verilerek, ödenmesi gereken tazminatın iş bu eldeki davanın tarafları olan davacı ve davalıdan tahsiline karar verildiği ve icra takibi sonunda da, davacı kurum tarafından mahkeme kararına konu tazminatın diğer işçi alacakları ile birlikte ödendiği ihtilafsızdır. Taraflar arasındaki uyuşmazlık, işçiye ödenen bu tazminattan hangi tarafın veya tarafların ne oranda sorumlu olduklarına ilişkindir. Uyuşmazlığın çözümünde öncelikle taraflar arasındaki sözleşme hükümleri ve genel hukuk prensipleri dikkate alınarak bir sonuca gidilmelidir. Bu cümleden olarak, davacı ile davalılar arasında düzenlenen sözleşmede işçilerin iş akitlerinden doğacak tazminattan hangi tarafın ne oranda sorumlu olduğu hususunda bir düzenlemenin bulunmadığı görülmektedir.

Tüm bu açıklamalardan sonra; tacir olan davalının çalıştırdıkları işçilerin fiili işçilik dışında sair tazminat haklarından sorumlu olacaklarını bilebilecek durumda oldukları ancak, davacı kurumun da asıl işveren durumunu muhafaza etmesi nazara alındığında doğan zararlardan tarafların yarı yarıya sorumlu olduğunun kabulü gerekir. O halde mahkemece, davalıların bu ilkeler çerçevesinde sorumluluklarının belirlenmesi gerekirken, aksi düşüncelerle yazılı şekilde hüküm tesisi usul ve yasaya aykırı olduğu…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Karar: Dava, rücuan tazminat isteğine ilişkindir.

Davacı vekili, davacı kurulun temizlik işlerinin 4734 sayılı Devlet İhale Kanunu hükümlerine göre ihale yapıldığını, ancak ihalenin sonuçlandırılamaması üzerine temizlik işlerinin aksamaması için doğrudan temin usulü yolu ile hizmet alımı yapıldığını, davalı ile 31 gün süreli hizmet alım sözleşmesi imzalandığını, davalı tarafından işçilerinden G...’ın iş akdinin fesih edilmesi üzerine işçi G... tarafından davalı ile davacı aleyhine işe iade davası açıldığını, mahkemece işe iade ve işe iade kararının yerine getirilmemesi halinde 4 aylık ücretin ödenmesine karar verildiğini, kararın Yargıtay denetiminden geçerek kesinleştiğini, işçi G...tarafından Ankara 6. İcra Müdürlüğünün 2010/13302 Sayılı dosyasında yapılan takipte toplam 22.322,27 TL’nin davacı kurul tarafından icra dosyasına ödendiğini, davalı şirketin yargı kararını yerine getirmemesi nedeni ile müştereken ve müteselsilen bu ücretten sorumlu olduğunu belirterek ödenen 22.322,27TL’nin ödeme tarihten işleyecek yasal faiziyle davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili, davalı şirkete husumet yöneltilemeyeceğini, iş mahkemesinin görevli olduğunu, yetkili mahkemenin de Kırşehir İş Mahkemesi olduğunu, alacağın bir kısmının zamanaşımına uğradığını, 29.02.2008 tarihli götürü bedel hizmet alım sözleşmesinin 10.maddesinde sözleşme süresinin işe başlama tarihinden itibaren 31 gün olduğunun belirtildiğini, 1 aylık süre sonunda işin biteceğinin ve sözleşmenin sona ereceğinin davacı ve işçi tarafından bilindiğini, işçinin işten çıkartılmasına davacının yol açtığını, ihale bedeli içerisinde işçinin tazminatlarına ve işe iade alacaklarına ilişkin bir madde bulunmadığını, ihale bedeli içinde bulunmayan bir miktarın kendisinden talep edilmesinin mümkün olmadığını, ayrıca davalı şirketten önceki değişik dönemlerde alt işverenler değişmesine rağmen davacı kurulun asıl işveren olarak dava dışı tazminatı ödenen işçileri çalıştırmaya devam ettiğini, asıl işveren olarak davacının sorumlu olması gerektiğini belirterek davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, davacının sorumluluğunun o tarihte yürürlükte olan 4857 sayılı Yasa’nın 2. maddesine göre üst işveren olarak işçi alacaklarının teminat altına alınmasından kaynaklanan bir sorumluluk olduğunu, davalının ise hizmet akdinin tarafı olması nedeni ile sorumlu olduğunu, davalı alt iş veren bir aylık dönem için ihale ile işi almış ve dava açan işçiyi 31 gün çalıştırdığını, hizmet süresi bir ay olduğu ve işe iade davası açılabilmesi için ön şart olan altı aylık primin bulunması gerektiğinden, BK 179. maddesine göre iş yeri devri olmadığı için davalıya karşı işe iade davası açılabilmesinin mümkün olmadığını, bir ay hizmeti olduğu için işe iade kararına bağlı olan dört aylık ücret ve sekiz aylık işe başlatmama tazminatının davalıdan talep edilemeyeceğini, iş yeri devri olmadığı için davalı kıdem tazminatından da sorumlu olmayacağını, hizmet akdi belirsiz süreli olduğu için davalının ihbar tazminatından sorumlu tutulması gerektiği gerekçesiyle davanın kısmen kabulü ile 361,57 TL’nin dava tarihinden itibaren 3091 sayılı Yasaya göre değişen oranda yasal faizi ile davalıdan tahsili ile davacıya verilmesine dair verilen karar, davacı vekilinin temyizi üzerine; Özel Dairece yukarda başlık bölümünde metni aynen yazılı olan karar ile bozulmuş; mahkemece, önceki gerekçeler tekrarlanarak direnme karar verilmiştir.

Direnme kararını davacı vekili temyize getirmektedir.

Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; taraflar arasında yapılan hizmet alım sözleşmesi gereğince davalı şirketin işçisine icra takibi soncu ödemede bulunan davacı kurulun davalı şirketten talep edebileceği rücuan tazminattan davalı işverenin kendi dönemi ile sınırlı olarak mı yoksa eşit olarak mı sorumlu olacağı noktasında toplanmaktadır.

Bu konuda, öncelikle mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu (BK)’nun teselsülü düzenleyen hükümlerinin incelenmesinde yarar bulunmaktadır:

Bilindiği üzere, müteselsil borçluluk, alacaklının, borcun tamamının ifasını birden çok borçludan ve dilediğinden isteyebildiği, borcun tamamı ifa edilinceye kadar borçluların hepsinin sorumlu olduğu bir borç ilişkisidir.

Müteselsil borçluluğun kaynağı BK’nun 141. maddesinde belirtilmiştir.

Maddeye göre, “Alacaklıya karşı, her biri borcun mecmuundan mesul olmağı iltizam ettiklerini beyan eden müteaddit borçlular arasında teselsül vardır.

Böyle bir beyanın fikdanı halinde teselsül ancak kanunun tayin ettiği hallerde olur.”

Madde hükmünden anlaşıldığı gibi, müteselsil borçluluk, ya bir hukuki işlemden ya da kanundan doğmaktadır. Maddenin 2. fıkrasında yer verilen kanuni teselsül, müteselsil borçluluğun doğrudan doğruya bir kanun hükmüne dayandığı, bizzat kanun koyucunun öngördüğü borçluluk halidir.

Haksız fiil halinde müteselsil sorumluluk hali ise 818 sayılı Kanun’un 50. maddesinde aşağıdaki şekilde düzenlenmiştir:

“Birden ziyade kimseler birlikte bir zarar ika ettikleri takdirde müşevvik ile asıl fail ve fer'an methali olanlar, tefrik edilmeksizin müteselsilen mesul olurlar. Hakim, bunların birbiri aleyhinde rücu hakları olup olmadığını takdir ve icabında bu rücuun şümulünün derecesini tayin eyler.

Yataklık eden kimse, vaki olan kardan hisse almadıkça yahut iştirakiyle bir zarara sebebiyet vermedikçe mesul olmaz.”

Aynı Kanun’un “Muhtelif Sebeplerin İçtimaı Halinde, Müteselsil Mesuliyet” başlıklı 51. maddesinde de:

“Müteaddit kimseler muhtelif sebeplere (haksız muamele, akit, kanun) binaen mes'ul oldukları takdirde haklarında birlikte bir zarar vukuuna sebebiyet veren kimseler hakkındaki hükümlere göre muamele olunur.

Kural olarak haksız bir fiili ile zarara sebebiyet vermiş olan kimse, en evvel, tarafından hata vaki olmamış ve üzerine borç alınmamış olduğu halde kanunen mes'ul olan kimse en sonra, zaman ile mükellef olur.” şeklinde düzenleme getirilmiştir.

Bu durumda; birden çok kişi, gerek haksız eylem, gerek sözleşme ve gerekse kanun kuralı gibi sebeplerden ve aynı zarar için zarara uğrayana karşı sorumlu iseler, bunlar arasında, bir zarara ortaklaşa sebep olanlar hakkındaki dönmeye (rücu) ilişkin kurallar uygulanır.
Kural olarak; en başta, haksız eylemiyle zarara yol açan sorumlu tutulur; en son olarak da kusuru olmaksızın ve sözleşme gereği sorumluluğu olmadığı halde kanun kuralı gereğince sorumlu tutulan kişiye başvurulur.

Birinci halde; birden fazla kişiler, müşterek kusurları ile zarara sebep olmuşlardır. Bu durumda zarara sebep olmuş olanlar arasında tam teselsül bulunduğundan söz edilir (BK. mad. 50). Aralarında tam teselsül olanlar, suçu işleyenle bu suça iştirak etmiş olanlar arasında fark gözetilmeksizin zarar görene karşı müteselsilen sorumlu durumundadırlar.

İkinci halde ise; birden fazla kişinin, müşterek kusurları ile sebep olmadıkları ancak zarardan çeşitli hukuki sebeplerle sorumlu tutuldukları durumda eksik teselsül (BK. mad. 51) söz konusudur.

Görülüyor ki, Borçlar Kanunu’nun 51. maddesinde, aynı Kanun’un 50. maddesine atıf yapılarak birden çok kimseler, değişik nedenlerle (haksız eylem, akit, kanun) sorumlu oldukları taktirde zarar gören tam teselsülde (dayanışmada) olduğu gibi (BK. mad.50/1) giderim isteğinin bir bölümünü veya tamamını, bu sorumlulardan birinden ya da bir kaçından dava açarak isteyebilecektir. Gerek öğretide ve gerekse uygulamada ayrık düşünce olmaksızın bu kural kabul edilmektedir. Daha açık bir ifadeyle, zarar gören eksik teselsülde de; tam teselsülde olduğu gibi tazminat borçlularından herhangi birine müracaat edebilir ve tazminatın tamamının ödenmesini isteyebilir. Bundan başka borçlulardan birinin yaptığı ödeme, ödenen miktar oranında diğerini de borçtan kurtarır ve daha sonra ödeyenin onlara karşı rücu (dönme) hakkı doğabilir.

Bu bağlamda ardıllık (Halefiyet-Subrogation) ile dönme (Rücu-Regress) arasında hukuki farklılıkları belirtmekte yarar vardır:

Başkasına ait bir borç nedeniyle alacaklıyı tatmin eden kişinin, onun haklarını kanunda belirtilen durumda ve tatmin ettiği oranda kendiliğinden elde etmesine ardıllık (halefiyet) denir. Dönme (rücu) hakkı ise başkasına ait borcu yerine getiren kişinin malvarlığında vücut bulan kaybı gidermeyi amaçlayan tazminat niteliğinde bir istem hakkıdır.

Gerçekte de; halefiyet ve rücu, aynı amaca, zarar görenin (alacaklının) tatmin edilmesine yönelik birbiri ile, çok yakından ilgili iki hukuksal kurum olarak görülmektedir. Nitekim; her ikisinde de, başkalarına ait borcu yerine getiren kişinin, asıl borçluya karşı bir alacak elde etmesi ve bu hakka dayanarak borçludan bir istemde bulunması bu sonucu doğrulamaktadır.

Bir borcu yerine getiren kimsenin alacaklının haklarına halef olabilmesi için halefiyetin kanunda açıkça öngörülmüş bulunması gerekir. Kanunda açıkça öngörülmediği sürece bir halefiyetin doğması mümkün değildir. Halefiyet kanununda belirtilmiş belirli durumlarda doğar. Diğer bir anlatımla, halefiyet halleri sınırlı sayıda olma (numerus clausus) kuralına bağlıdır. Kanunda açıkça öngörülmediği sürece bir halefiyetin doğması mümkün değildir.

Halefiyette, rücu hakkını kullanan kişi alacaklının yerine geçer, aynen alacaklının konumuna sahip olur. Bunun sonucu olarak örneğin alacaklının elinde, alacağı garanti eden ipotek gibi bir garanti varsa, zararı tazmin eden borçlu alacaklının haklarına halef olduğundan, bundan böyle bu teminat rücu alacağını garanti eder. Örneğin 818 sayılı Kanun’un 496. maddesinde kefil lehine tanınan halefiyette durum budur.

818 sayılı Kanun’un 50 ile 51. maddeleri arasında her iki müteselsil sorumluluğu birbirinden ayırmak için öğreti ve yargı kararlarında BK’nun 50. maddesine dayanan müteselsil sorumluluğun “tam teselsül”, anılan Kanun’un 51. maddesine dayanan müteselsil sorumluluğun ise “eksik teselsül” olduğu kabul edilmektedir.

Bu aşamada tam teselsül (BK. mad. 50'e dayanan müteselsil sorumluluk) ile eksik teselsül (BK. mad.51'e dayanan müteselsil sorumluluk) arasında yapılan ayrımın ve farkların önemini de vurgulamak yerinde olacaktır.

818 sayılı Kanun’un gerek 50, gerekse 51. maddelerinde müteselsil sorumluluk öngörülmüş bulunmakla birlikte, anılan iki madde arasındaki diğer hukuki farklılıkların şöyle anlatılması mümkündür.

BK’nun 50. maddesi; aynı zarardan dolayı birden fazla kişinin birlikte müteselsilen sorumlu tutulmalarını, birden fazla kişinin ortak kusurlarıyla zarara birlikte sebebiyet vermiş olmaları koşuluna bağlamıştır. Buna göre, birden fazla kişi aynı zarara ortak kusurlarıyla sebebiyet vermiş olmalıdırlar. BK’nun 51. maddesi ise bundan farklı olarak, aynı zarardan dolayı birden fazla kişinin birlikte müteselsilen sorumlu tutulmalarını birden fazla kişinin bu zarardan dolayı ortak kusurları nedeniyle değil; hukuksal nedenlerle sorumlu olmalarına bağlamıştır. Burada müteselsilen sorumlu tuttuğumuz kişilerin, sorumluluklarının sebepleri farklı hukuksal nedenlere dayanmaktadır. Bu açıklamalar karşısında BK’nun 51. maddesine dayanan müteselsilen sorumluluğun sebebi haksız fiil, kanun veya sözleşme nedeniyle birden fazla kişinin sorumlu tutulmasıdır.

Anılan Kanunun 51. madde hükmü; müteselsil sorumlu olan kişilerden birinin zararı tazmin etmesi halinde, diğerlerine rücu hakkını belli bir sıraya bağlamıştır. Buna göre, kanundan dolayı sorumlu tutulan kişi, sözleşme nedeniyle sorumlu kişi, haksız fiil nedeniyle sorumlu kişi sıralaması vardır. Haksız fiil nedeniyle sorumlu kişi zararı tazmin etmişse kimseye rücu edemeyecektir, sözleşme nedeniyle sorumlu kişi zararı tazmin etmişse, haksız fiil failine rücu edebilecek; kanundan dolayı sorumlu kişiye rücu edemeyecektir. Kanundan dolayı sorumlu kişi zararı tazmin etmişse, sözleşme nedeniyle sorumlu kişiyle haksız fiil failine rücu edebilecektir.

Öte yandan mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu'nun (BK) “Malvarlığının veya işletmenin devralınması” başlıklı 179.maddesi;

“Bir mameleki veya bir işletmeyi aktif ve pasifleriyle birlikte devralan kimse, bunu alacaklılara ihbar veya gazetelerde ilan ettiği tarihten itibaren onlara karşı mamelekin veya işletmenin borçlarından mesul olur; şu kadar ki, iki yıl müddetle evvelki borçlu dahi yenisiyle birlikte müteselsilen mesul kalır; bu müddet muaccel borçlar için ihbar veya ilan tarihinden ve daha sonra muaccel olacak borçlar için de muacceliyet tarihinden itibaren işlemeye başlar.

Borçların bu suretle naklinin hükümleri, tek bir borcun nakli akdinden doğan hükümlerin aynıdır.” düzenlemesini içermektedir.

Bu maddenin içinde; “müteselsil bir borç” ilişkisi vardır. Devir alan şirket, devir eden şirketin borçlarından ötürü sorumlu olduğu gibi, iki yıl müddetle evvelki borçlu (devreden) dahi, yenisi (devralan) ile birlikte müteselsilen sorumlu olur. Borçlar Kanunu'nun müteselsil borçlara ilişkin 141. maddesine göre, teselsülün kanun hükmünden doğduğu hallerde, kamu düzeni söz konusu olacağından tarafların iradeleriyle teselsülün ortadan kaldırılması hükümsüzdür (H. Öser/W. Scöhenenberger Borçlar Hukuku, Ankara, 1950, s. 905-906). Bu nedenle söz konusu müteselsil borç kanun hükmünden (BK m. 179’dan) doğduğundan, teselsülden kaynaklanan sorumluluğun dışlanması geçersizdir ve hukuki sonuç doğurmaz.

Müteselsil borcun özelliği, alacaklının alacağının tamamını veya bir kısmını müteselsil borçlulardan birinden veya hepsinden istemekte serbest olmasıdır (A.Von Tuhr, Borçlar Hukuku, İstanbul 1953, s. 845 vd).

Burada belirtilen sorumluluğun zamanı, devir anıdır. Devrin fiilen gerçekleştiği tarihte doğmuş ve nedeni vücut bulmuş borçlar, bu sorumluluğun kapsamında kalmaktadır. İşletmenin devirden önceki borcunun naklinin alacaklıya karşı hüküm ifade etmesi, kural olarak, BK. 173 ve 174.maddeleri gereğince alacaklının onamına bağlı ise de, 179.madde bu kurala bir istisna getirmiş, alacaklının rızasına gerek görülmeksizin borcun devir alana intikal ettiği kabul edilmiştir.

Somut olayda; davacı kurul temizlik işleri için davalı şirket ile 31 gün süreli hizmet alım sözleşmesi yaptığını, davalının çalıştırdığı işçilerden G...'ın iş aktinin fesh edilmesi üzerine davalı ile birlikte kendilerine işe iade davası açtığını, mahkemece davanın kabul edildiğini ve kararın Yargıtay denetiminden geçerek kesinleştiğini, akabinde işçi tarafından yapılan icra takibi nedeniyle 22.302,27 TL ödediğini belirterek bu bedelin ödeme tarihinden itibaren yasal faizi ile davalı şirketten tahsiline karar verilmesini istemiştir.

Davalı, davacı ile yapılan hizmet alım sözleşmesinin 31 gün süreli olduğunu bu sürenin sonunda işin biteceğinin ve sözleşmenin sona ereceğinin davacı ve işçi tarafından bilindiğini, işçinin işten çıkartılmasına davacının yol açtığını, davalı şirketten önceki değişik dönemlerde alt işverenler değişmesine rağmen davacı kurulun asıl işveren olarak dava dışı tazminatı ödenen işçileri çalıştırmaya devam ettiğini, asıl işveren olarak davacının sorumlu olması gerektiğini belirterek davanın reddini savunmuştur.

Yeri gelmişken belirtilmelidir ki, 4857 sayılı İş Kanunu'nun “Tanımlar” başlıklı 2. maddesinin 6. fıkrası,

“...Bu ilişkide asıl işveren, alt işverenin işçilerine karşı o işyeri ile ilgili olarak bu Kanundan, iş sözleşmesinden veya alt işverenin taraf olduğu toplu iş sözleşmesinden doğan yükümlülüklerinden alt işveren ile birlikte sorumludur.” düzenlemesini içermektedir.

Bu hüküm, mali açıdan güçsüz olan alt işverenlerin işçilerini ücret ve diğer hakları yönünden korumaya yönelik bir hükümdür.

Anılan madde uyarınca asıl işveren alt işverenin işçilerinin çalıştıkları işyeri ile ilgili İş Kanunu'ndan ve hizmet sözleşmesinden veya alt işverenin taraf olduğu toplu iş sözleşmesinden doğan yükümlülüklerinden alt işverenle beraber birlikte sorumlu olur. Kanunda geçen “birlikte” kavramının sorumluluk hukukunda düzenlenen kanundan doğan müteselsil sorumluluk olduğu doktrinde kabul edilmektedir (Çenberci, Mustafa: İş Kanunu Şerhi, s.120-121, Esener, Turhan: İş Hukuku, s.79, Uygur, Turgut: Temel Kavramlar, s.269, Çelik, Nuri: İş Hukuku, s. 46, Narmanlıoğlu, Ünal: Ferdi İş İlişkileri, s. 118, Tunçomağ/Centel, İş Hukukunun Esasları, s. 58, Süzek, Sarper: İş Hukuku, s. 42, Güzel, Ali: Asıl İşveren-Alt İşveren İlişkisi, s. 45, Aktaran: Aydınlı, İbrahim: Türk İş Hukukunda Alt İşveren İlişkisi ve Muvazaa Sorunu, Seçkin Yayınevi, Ankara, 2008, s.190-191).

Buna göre, somut uyuşmazlıkta müteselsil sorumlu olanlardan; davacı asıl işveren ile davalı alt işveren arasındaki hukuki ilişki hizmet akdine dayanmakta iken davacı asıl işverenin ile dava dışı işçi arasındaki hukuki ilişki 4857 sayılı İş Kanunu’nun 2. maddesinde düzenlenen “birlikte (müteselsil) sorumluluktan” kaynaklanmaktadır.

Eldeki davada, dava dışı işçinin Ankara 14. İş Mahkemesinin 2008/372E 2009/250K sayılı dosyasında açtığı işe iade davasında işçi G...’ın asıl işverenden alınan iş kapsamında ve değişen alt işverenlere ait işyerinde ara vermeden çalıştığından somut olayda işyerinin devri olduğu kabul edilerek işçi G...’ın işe iadesine ve davalı işveren tarafından süresi içinde işe başlatılmaması halinde ödenmesi gereken tazminatın 4 aylık ücret olduğuna ilişkin verilen karar Yargıtay denetiminden geçerek kesinleşmiştir.

Bu itibarla dava dışı işçi G...’a icra takibi sonucu işçilik alacaklarına ilişkin ödemede bulunan davacı kurulun davalı şirketten talep edebileceği rücuan tazminattan davalı alt işverenin bozma ilamında belirtilen %50’lik kısım için ancak kendi dönemi ile sınırlı olarak sorumlu tutulması gerekirken mahkemece davalı alt işverenin sadece ihbar tazminatı yönünden kendi dönemi ile sınırlı olarak sorumlu tutulmasına karar verilmesi doğru değildir.

Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmelerde bir kısım üyelerce; davacı asıl işverenin sorumluluğunun yasadan kaynaklandığı için işçiye ödeme yaptığını, alt işverenin ise akitten dolayı sorumlu olduğunu, eşit oranda sorumlu olamayacaklarını, davalı alt işverenin ancak kendi dönemi ile sorumlu olması gerektiğinden bu değişik gerekçe ile yerel mahkeme kararının bozulması gerektiği görüşü savunulmuşsa da, çoğunlukça bu görüş benimsenmemiştir.

O halde yukarıdaki ilave nedenlerle ve bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.


Sonuç: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda ve Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, 24.06.2015 gününde oyçokluğu ile, karar verildi. (¤¤)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder